Sosyalizm
Yani
şu demek ki, dayı kızı,
Sosyalizm,
Senin
anlayacağın yani,
El
kapısının yokluğu değil de
İmkansızlığı.
Sosyalizm
Devirmek
dağları elbirliğiyle
Ama
elimizin öz biçimini,
Öz
sıcaklığını yitirmeden.
Sevgilimizin
bizden ne şan, ne para,
Vefadan
başka bir şey beklemeyişi…
Sosyalizm,
Yani
yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın,
Yahut
mesela,
-bu
seni ilgilendirmez henüz-
esefsiz,
güvenle,
emniyetle,
gölgeli
bir bahçeye girer gibi
girebilmek
usulcacık ihtiyarlığa,
ve
hepsinden önemlisi,
çocukların,
ama bütün çocukların,
kırmızı
elmalar gibi gülüşü
Hayat
harekettir!
Hareket
- tezat!..
Cemiyet
tabiatın yapışmış gırtlağına
sınıflar
sınıflara çekmiş bıçak
İşte
bak/Bu bizim dışımızda dönen
bizim
oynadığımız sinema şeridinin
beynimizin
perdesinde ilim denen/
çizgileşmiş
resmi var
İlim
kavgadan doğar
Kavga
içindir ilim
(Nazım
Hikmet/1924 Aydınlık)
"... Çok şükür aşığım. Bana
öyle geliyor ki bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir tek ağaca, bütün
ormana, tek bir düşünceye, bir çok düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak, yaşamak
değildir."
"-Sen
ne hafız oğlusun!
Zararı
yok ulan,
yine
de bineriz tayyareye,
adam
öldürmek için değil
gökyüzünde
püfür püfür
sefa
sürmek için...
Şimdi
sen hele
ateşi
bir süngüle."
Vagonlar
geliyorlar sallanarak.
........
Nazım
Hikmet Ran, İnsan Manzaraları'ndan
Yüz
Türkiye olsa
Elinizden
de gelse
Yüzünü
de zincire vurur
Yüz
kere satarsınız.
Milletimin
en talihsiz gecesi
Ana
rahmine düştüğünüz gecedir
Nazım
Hikmet
...
Çok şükür aşığım. Bana öyle geliyor ki bir tek insana, yüz milyonlarca insana,
bir tek ağaca, bütün ormana, tek bir
düşünceye, bir çok düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak, yaşamak
değildir."
NAZIM
SİMAVNE KADISI OĞLU
ŞEYH BEDRETTİN DESTANI
Darülfünün İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisi Mehemmed Şerefeddin
Efendinin 1925-1341 senesinde Evkafı İslâmiye Matbaasında basılan «Simavne
Kadısı oğlu Bedreddin» isimli risalesini okuyordum. Risalenin altmış beşinci
sayfasına gelmiştim. Cenevizlilere sırkâtip olarak hizmet eden Dukas, tarihi
kelâm müderrisinin bu altmış beşinci sayfasında diyordu ki:
«O
zamanlarda İyonyen körfezi medhalinde kâin ve avam lisanında Stilaryum -
Karaburun tesmiye edilen dağlık bir memlekette âdi bir Türk köylüsü meydana
çıktı. Stilaryum Sakız adası karşısında kâindir. Mezkûr köylü Türklere vaiz ve
nesayihte bulunuyor ve kadınlar müstesna olmak üzere erzak, melbûsat, mevaşi ve
arâzi gibi şeylerin kâffesinin umumun mâli müştereki addedilmesini tavsiye ediyor
idi.»
Stilaryumdaki âdi Türk köylüsüsün vaız ve nasihatlarını bu kadar vuzuhla
anlatan Cenevizlilerin sırkâtibi, siyah kadife elbisesi, sivri sakalı, sarı
uzun merasimli yüzüyle gözümün önüne geldi. Simavne Kadısı oğlu Bedreddinin en
büyük müridine, Börklüce Mustafaya «âdi» demesi, her iki manasında da, beni
güldürdü. Sonra birdenbire risalenin müellifi Mehemmed Şerefeddin Efendiyi
düşündüm. Risalesinde Bedreddinin gayesinden bahsederken, «Erzak, mevâşi ve
arâzi gibi şeylerin umumî mali müşterek addedilmesini tavsiye eden Börklücenin
kadınları bundan istisna etmesi bizce efkârı umumiyyeye karşı ihtiyar etmiş
olduğu bir takiyye ve tesettürdür. Zira vahdeti mevcûda kail olan şeyhinin
Mustafaya bunu istisna ettirecek bir dersi hususiyet vermediği muhakkaktır,»
diyen bu tarihi kelâm müderrisini asırların üstüne remil atıp insanların
zamirini keşfetmekte yedi tulâ sahibi buldum. Ve Marksla Engelsten iki cümle
geldi aklıma: «Burjuva için karısı alelâde bir istihsal âletidir. Burjuvazi,
istihsal âletlerinin içtimaileştirileceğini duyunca tabiatiyle bundan
içtimaileştirilmenin kadınlara da teşmil edileceği neticesini çıkarıyor.»
Burjuvazinin modern amele sosyalizmi için düşündüğünü, Darülfünün
İlâhiyat Fakültesi müderrisi de Bedreddinin kurunu vüstaî köylü sosyalizmi için
neden düşünmesin? İlâhiyat bakımından kadın mal değil midir?
Risaleyi kapadım. Gözlerim yanıyordu amma uykum yoktu. Başucumdaki
çiviye asılı şimendifer marka saata baktım. İkiye geliyor. Bir cıgara. Bir
cıgara daha. Koğuşun sıcak, durgun, ağır kokulu bir su birikintisine benziyen
havasında dolaşan sesleri dinliyorum. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli
çimentosuyla koğuş uyuyor. Kulelerdeki jandarmalar yine bu gece düdüklerini
daha sık, daha keskin öttürüyorlardı. Bu düdük sesleri ne zaman böyle deli bir
sirayetle, belki de hiç sebepsiz, telaşlansalar ben kendimi karanlık bir gece
batan bir gemide sanırım.
Üstümüzdeki koğuştan idamlık eşkıyaların zincir sesleri geliyordu.
Evrakları temyizde. Yağmurlu bir akşam kararı giyip döndüklerinden beri hep
böyle sabahlara kadar demirlerini şakırdatıp dolaşıyorlar.
Gündüzleri arka avluya çıkarıldığımız vakit kaç defa onların
pencerelerine baktım. Üç insan. İkisi sağdaki pencerenin içinde oturur, birisi
soldaki pencerede. İlk yakalanıp arkadaşlarını ele veren bu tek başına
oturanmış. En çok cıgara içen de o.
Üçü
de kollarını pencerelerin demirlerine doluyorlar. Oldukları yerden denizi,
dağları çok iyi görebildikleri halde onlar hep aşağıya, avluya, bize, insanlara
bakıyorlar.
Seslerini hiç işitmedim. Bütün hapishane içinde bir kerre olsun türkü
söylemiyen sade onlardır. Ve hep böyle yalnız geceleri konuşan zincirleri
birdenbire bir sabah karanlığında susarsa, hapishane bilecek ki, dışardaki
şehrin en kalabalık meydanında göğüsleri yaftalı üç beyaz uzun gömlek
sallanmıştır.
Bir
aspirin olsa. Avuçlarımın içi yanıyor. Kafamda Bedreddin ve Börklüce Mustafa.
Kendimi biraz daha zorlıyabilsem, başım böyle gözlerimi bulandıracak kadar
ağrımasa, çok uzak yılların kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, kırbaç sesleri,
kadın ve çocuk çığlıkları içinde iki ışıklı ümit sözü gibi Bedreddinle
Mustafanın yüzlerini görebileceğim.
Gözüme, demin kapatıp çimentoya bıraktığım risale ilişti. Yarısı güneşten solmuş vişne çürüğü
bir kapağı var. Kapakta, üstünlü esreli sülüs bir yazıyla risalenin adı bir
tuğra gibi yazılı. Kapağın içinden sararmış sayfa yapraklarının yırtık
kenarları çıkıyor. Bu İlâhiyat Fakültesi müderrisinin sülüs yazısından, kamış
kaleminden, dividinden ve rıhından Bedreddinimi kurtarmak lâzım, diye
düşünüyorum. Aklımda İbni Arabşahtan, Âşıkpaşazâdeden, Neşriden, İdrisi
Bitlisiden, Dukastan ve hattâ Şerefeddin Efendiden okuya okuya ezberlediğim
satırlar var:
«Şeyh
Bedreddinin tevellüdü 770 etrafında olmak lâzım geleceğini kuvvetle tahmin
etmek mümkündür.»
«Tahsilini Mısırda ikmâl etmiş olan Şeyh Bedreddin senelerce burada
kalmış ve hiç şüphesiz bu muhitte büyük bir kuvveti ilmiyeye mazhar olmuş idi.»
«Mısırdan Edirneye avdetinde ebeveynini burada berhayat bulmuş idi.»
«Kendisinin buraya vürudu peder ve validesini ziyaret maksadile
olabileceği gibi bu şehirde tasaltun etmiş olan Musa Çelebinin daveti vakıasile
olmak ihtimali de vardır.»
«Çelebi Sultan Mehmet kardeşlerine galebe ile vaziyete hâkim olunca Şeyh
Bedreddini İznikte ikamete memur eylemiş idi.»
«Şeyh
burada itmam etmiş olduğu Teshil mukaddemesinde "...Kalbimin içindeki ateş
tutuşuyor. Ve günden güne artıyor, o surette ki kalbim demir de olsa selâbetine
rağmen eriyecek..." demektedir.»
«Şeyhi
İznike serdiklerinde kethüdası Börklüce Mustafa Aydın eline vardı. Andan göçtü
Karaburuna vardı.»
«Diyordu
ki: "Ben senin emlâkine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlâkime
aynı suretle tasarruf edebilirsin." Köylü avam halkı bu nevi sözlerle
kendi tarafına celp ve cezb ettikten sonra hırıstiyanlar ile dostluk tesisine
çalıştı. Çelebi Sultan Mehmedin Sarohan valisi Sisman bu sahte rahibe karşı
hareket ettiyse de Stilaryumun dar geçitlerinden ileriye geçmeğe muvaffak
olamadı.»
«Simavne
kadısı oğlu işitti kim Börklücenin hali terakki etti, o dahi İznikten kaçtı.
İsfendiyara vardı. İsfendiyardan bir gemiye binip Eflak eline geçti. Andan
gelip Ağaçdenizine girdi.
«Bu
esnada müşarünileyhin halifesi Mustafanın Aydın elinde avazeyi huruç ve fesat
ve ilhadı Sultan Mehemmed'in kulağına vâsıl oldu. Derhal Rumiyei suğra ve
Amesye Padişahı olan Şehzade Sultan Muradın ismine hükmü hümayün sadır oldu ki
Anadolu askerlerini cem ile mülhid Mustafanın def'ine kıyam eyliye. Ve mükemmel
asker ve teçhizat ile Aydın elinde anın başına ine...»
«Mustafa,
on bine yakın müfsit ve mülhid müritlerinden olan asker ile şehzadeye
mükabeleye kıyam eylediler.»
«Mübalega
cenk olundu.»
«Bir çok kan döküldükten sonra tevfiki ilâhi ile o leşkeri ilhad
mağlub oldu.»
«Sağ
kalanlar Ayasluğa getirildiler. Börklüceye tatbik olunan en müthiş işkenceler
bile onu fikri sabitinden çeviremedi. Mustafa bir deve üzerinde çarmıha
gerildi. Kolları yekdiğerinden ayrı olarak bir tahta üzerine çivilendikten
sonra büyük bir alay ile şehirde gezdirildi. Kendisine sadık kalan mahremanı
Mustafanın gözü önünde katledildi. Bunlar "Dede Sultan iriş"
nidalarile mütevekkilâne ölüme tevdii nefs ettiler.»
«Ahir
Börklüceyi paraladılar ve on vilâyeti teftiş ettiler, gideceklerin giderdiler
bey kullarına timar verdiler. Bayezid Paşa yine Manisaya geldi Torlak Kemali
anda buldu. Anı dahi anda astı.»
«Bu
esnada Ağaçdenizindeki Bedreddinin hali terakkide idi. Her taraftan birçok halk
yanına toplandılar. Bilumum halkın kendisiyle birleşmesine remak kalmış idi.
Bundan dolayı Sultan Mehemmedin bizzat hareketi icab etti.
«Ve
Bayezid Paşanın teklifiyle bazı kimseler Kadı Bedreddinin silki mütabaatına ve
müritliğine dahil oldular. Ve birkaç tedbir ile orman içinde derdest edip
bağladılar...
«Sirozda
Sultan Mehemmede getirdiler. Acemden henüz gelmiş bir danişmend var idi.
Mevlâna Hayder derlerdi. Sultan Mehemmed yanında olurdu. Mevlâna Hayder etti
"şeran bunun katli helâl amma mali haramdır."
«Andan
Simavne Kadısı oğlunu pazara iletip bir dükkân önünde berdar ettiler. Bir nice
günden sonra cünüb müritlerinden birkaçı gelip anı andan aldılar. Şimdi dahi ol
diyarda müritleri vardır.»
Başım
çatlıyacak gibi. Saate baktım. Durmuş. Yukardakilerin zincir şakırtıları biraz
yavaşladı. Yalnız birisi dolaşıyor. Herhalde o tek başına soldaki pencerede
oturandır.
İçimde
bir Anadolu türküsü dinlemek ihtiyacı var. Bana öyle geliyor ki, şimdi
yolparacılar koğuşundan yine o yayla türküsünü söylemeğe başlasalar başımın
ağrısı bir anda diniverecektir.
Bir
cıgara daha yaktım. Eğildim. Çimentonun üstünden Mehemmed Şerefeddin Efendinin
risalesini aldım. Dışarda rüzgâr çıktı. Penceremizin altındaki deniz, zincir ve
düdük seslerini kapatarak homurdanıyor. Penceremizin altı kayalık olacak.
Kaç defa oraya, denizle duvarımızın birleştiği yere
bakmak istedik. Fakat imkânı yok. Pencerenin demir çubukları çok dar. İnsan
başını dışarı çıkaramıyor. Ve biz burada denizi ancak ufuk halinde
görebiliyoruz.
Benim
yatağımın yanında tornacı Şefiğin yatağı vardı. Şefik bir şeyler mırıldanarak
uykusunda döndü. Karısının gönderdiği gelinlik yorganı kaydı. Örttüm.
İlâhiyat
Fakültesi tarihi kelâm müderrisinin altmış beşinci sayfasını açtım yine.. Cenevizlilerin
sırkâtibinden bir iki satır ancak okumuştum ki başımın ağrıları içinde kulağıma
bir ses geldi. Bu ses:
— Gürültü
etmeksizin denizin dalgalarını aşarak senin yanında bulunuyorum, diyordu.
Döndüm.
Denizin üstündeki pencerenin arkasında birisi var. Konuşan o:
«—
Cenevizlilerin sırkâtibi Dukasın yazdıklarını unuttun mu? Sakız adasında Turlut
tesmiye olunan manastırda ikamet eden Giritli bir keşişten bahsettiğini
hatırlamıyor musun? Ben, yani Börklüce Mustafanın "dervişlerinden
biri" bu Giritli keşişe de böyle baş açık, ayaklarım çıplak ve yekpare bir
libasa bürünmüş olarak denizin dalgalarını aşıp gelmez miydim?»
Pencerenin demirleri dışında hiçbir yere tutunmasına imkân olmadan böyle
boylu boyunca durup bu sözleri söyleyene baktım. Gerçekten de dediği gibiydi.
Yekpare libası aktı.
Şimdi,
yıllarca sonra, ben bu satırları yazarken İlâhiyat Fakültesi müderrisini
düşünüyorum. Şerefeddin Efendi öldü mü, sağ mı, bilmiyorum. Fakat eğer sağsa ve
bu yazdıklarımı okursa benim için: «Gidi hain, diyecektir, hem maddiyundan
olduğunu iddia eder, hem de Giritli keşiş gibi, üstüne üstlük aradan asırlar
geçmiş iken, Börklücenin denizleri sessizce aşan müridiyle konuştuğundan dem
vurur.»
Tarihi
kelâm üstadının bu sözleri söyledikten sonra atacağı ilâhi kahkakayı da duyar
gibi oluyorum.
Fakat
zarar yok. Hazret kahkahasını atadursun. Ben maceramı anlatayım.
Başımın
ağrısı birdenbire dindi. Yataktan çıktım. Penceredekine doğru yürüdüm. Elimden
tuttu. Benden başka yirmi sekiz insanı ve terli çimentosuyla uyuyan koğuşu
bıraktık. Birdenbire kendimi o bir türlü göremediğimiz, denizle duvarımızın
birleştiği yerde, kayaların üstünde buldum. Börklücenin müridiyle yan yana
karanlık denizin dalgalarını sessizce aşarak yılların arkasına, asırlarca
geriye, sultan Gıyaseddin Ebülfeth Mehemmed bin ibni Yezidülkirişçi, yahut
sadece Çelebi Sultan Mehmet devrine gittik.
Ve işte
size anlatmak istediğim macera bu yolculuktur. Bu yolculukta gördüğüm ses,
renk, hareket, şekil manzaralarını parça parça ve çoğunu — eski bir itiyat yüzünden —- bir çeşit uzunlu kısalı satırlar ve arasıra
kafiyelerle tesbit etmeğe çalışacağım. Şöyle ki:
1.
Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musayı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla aptest alarak
Çelebi Sultan Memet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Âl Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi.
Köylünün göz nuru zeamet
alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
su başarında bıyık buran sipahiler var idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
Ve yolların sonu kale kapısında kılıçlar şakırdar
köpüklü atlar kişner iken
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
tarumar idi.
Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi,
ahüzar idi.
2.
Bu göl İznik gölüdür.
Durgundur.
Karanlıktır.
Derindir.
Bir kuyu suyu gibi
içindedir dağların.
Bizim burada göller
dumanlıdırlar.
Balıklarının eti yavan olur,
sazlıklarından ısıtma gelir,
ve göl insanı
sakalına ak düşmeden ölür.
Bu göl İznik gölüdür.
Yanında İznik kasabası.
İznik kasabasında
kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
Çocuklar açtır.
Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
Ve delikanlılar türkü söylemez.
Bu kasaba İznik kasabası.
Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
Bu evde
bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
Boyu küçük
sakalı büyük
sakalı ak.
Çekik çocuk gözleri kurnaz
ve sarı parmakları saz gibi.
Bedreddin
ak bir koyun postu üstüne
oturmuş.
Hattı talik ile yazıyor
«Teshil»i.
Karşısında diz çökmüşler
ve karşıdan
bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
Bakıyor:
Başı tıraşlı
kalın kaşlı
ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
Bakıyor:
kartal gagalı Torlak Kemâl..
Bakmaktan bıkıp usanmayıp
bakmağa doymıyarak
İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar..
3.
Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
Ve gölde ipi kopmuş
boş bir balıkçı
kayığı
bir kuş ölüsü gibi
suyun
üstünde yüzüyor.
Gidiyor suyun götürdüğü yere,
gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.
İznik gölünde akşam oldu.
Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
güneşin boynunu vurup
kanını göle
akıttılar.
Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır,
bir sazan balığı yüzünden
kaleye zincirlenen
balıkçının kadını.
İznik gölünde akşam oldu.
Bedreddin eğildi suya
avuçlayıp doğruldu.
Ve sular
parmaklarından dökülüp
tekrar göle dönerken
dedi kendi kendine:
«— O âteş ki kalbimin içindedir
tutuşmuştur
günden
güne artıyor.
Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
eriyecek yüreğim...
Ben
gayrı zuhur ve huruç edeceğim!
Toprak
adamları toprağı fethe gideceğiz.
Ve
kuvveti ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
biz
milletlerin ve mezheplerin kanunlarını
iptâl
edeceğiz...»
•
Ertesi gün
gölde kayık parçalanır
kalede bir baş kesilir
kıyıda bir kadın ağlar
ve yazarken
Simavneli «Teshil»ini
Torlak Kemâlle Mustafa
öptüler
şeyhlerinin elini.
Al atların kolanını sıktılar.
Ve İznik kapısından
dizlerinde çırılçıplak bir kılıç
heybelerinde el yazma bir kitapla çıktılar...
Kitaplarının adı:
«Varidat»dı.
4.
Börklüce Mustafa ile Torlak Kemâl, Bedreddinin elini öpüp atlarına
binerek biri Aydın, biri Manisa taraflarına gittikten sonra ben de rehberimle
Konya ellerine doğru yola çıktım ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda
Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
Aydın elinde Karaburunda.
Bedreddinin kelâmını söylemiş
köylünün huzurunda.
Duyduk ki; «cümle derdinden kurtulup
piri pâk olsun diye,
on beş
yaşında bir civan teni gibi, toprağın eti,
ağalar topyekün kılıçtan geçirilip
verilmiş ortaya hünkâr beylerinin timarı zeameti.»
Duyduk ki...
Bu işler duyulur da durmak olur mu?
Bir sabah erken,
Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.
«Varalım,
dedik.
Görelim,
dedik.
Yapışıp
sapanın
sapına
şol kardeş toprağını biz de bir yol
sürelim,
dedik.»
Düştük dağlara dağlara,
aştık dağları dağları...
Dostlar,
ben yolculuk etmem bir başıma.
Bir ikindi vakti can yoldaşıma
dedim ki: geldik.
Dedim ki: bak
başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
bir adım geride ağlayan toprak.
Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
Saz sepetlerde oynıyan balıkları gör:
ıslak derileri pul pul, ışıl ışıldır
ve körpe kuzu eti gibi aktır
yumuşaktır
etleri.
Dedim ki bak,
burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
bereketli.
Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..
5.
Arkamızda hünkârın ve hünkâr beylerinin timar ve zeametli topraklarını
bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi ilk karşılayan üç delikanlı
oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi yekpâre ak libaslıydılar. Birisinin
kıvırcık, abanoz gibi siyah bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri,
kemerli büyük bir burnu vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce
yiğitlerinden.
İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir gemiciymiş.
O da Börklüce müritlerinden.
Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu. Şimdi düşünüyorum da, onu,
yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyliyen Hüseyine
benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu. Bu Aydınlıymış.
İlk
sözü söyliyen Aydınlı oldu:
—
Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman iseniz boynunuz
kıldan incedir.
—
Dostuz, dedik.
Ve o
zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani toprakları tekrar
hünkâr beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler Karaburunun dar, dağlık
geçitlerinde tepelemişlerdir.
Yine,
o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyin'e benziyeni dedi ki:
—
Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş soframızda bu yıl
incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz
onları, sırma cepken giyer haramilerin kanıyla suladık da ondandır.
Müjde
büyüktü. Rehberim:
—
Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.
Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine bastığımız
kardeş toprağını bırakarak tekrar Âl Osman oğullarının karanlığına daldık.
Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava ıslak ve
kederliydi.
Bedreddin.
—
Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.
Gece
İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık, onlarla aramızda duvar
gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini duyuyorduk. Rehberim önden
gidiyor, Bedreddinin atı benim al atımla Anastasınki arasındaydı. Biz üç
anaydık. Bedreddin çocuğumuz Ona bir kötülük edecekler diye içimiz titriyordu.
Biz üç çocuktuk. Bedreddin babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri
yaklaşır gibi oldukça Bedreddine sokuluyorduk.
Gün
ışığında gizlenip, geceleri yol alarak İsfendiyara ulaştık. Oradan bir gemiye
bindik.
6.
Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
ve bir
yelkenli vardı.
Bir gece bir denizde bir yelkenli
yapyalnızdı yıldızlarla.
Yıldızlar sayısızdı.
Yelkenler sönüktü.
Su karanlıktı
ve göz alabildiğine dümdüzdü.
Sarı Anastasla Adalı Bekir
hamladaydılar.
Koç Salihle ben
pruvada.
Ve Bedreddin
parmakları sakalına gömülü
dinliyordu küreklerin şıpırtısını.
Ben:
— Ya! Bedreddin!
dedim,
uyuklıyan yelkenlerin tepesinde
yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz.
Fısıltılar dolaşmıyor havalarda.
Ve
denizin içinden
gürültüler
duymuyoruz.
Sade
bir dilsiz, karanlık su,
sade
onun uykusu.
Ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar
güldü,
dedi:
— Sen
bakma havanın durgunluğuna
derya
dediğin uyur uyur uyanır.
Bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
ve bir yelkenli vardı.
Bir gece bir yelkenli geçip Karadenizi
gidiyordu Deliormana
Ağaçdenizine...
7.
Bu orman ki Deliormandır gelip durmuşuz
demek Ağaçdenizinde çadır kurmuşuz.
«Malûm niçin geldik,
malûm derdi
derunumuz» diye
her
daldan her köye bir şahin uçurmuşuz.
Her şahin peşine yüz aslan takıp gelmiş.
Köylü, bey ekinini, çırak çarşıyı yakıp
reaya zinciri
bırakıp gelmiş.
Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
kol kol Ağaçdenizine akıp gelmiş...
Bir kızılca kıyamet!
Karışmış birbirine
at, insan, mızrak, demir, yaprak, deri,
gürgenlerin dalları, meşelerin kökleri.
Ne böyle bir âlem görmüşlüğü vardır,
ne böyle bir
uğultu duymuşluğu var
Deliorman deli olalı
beri....
8.
Anastası Deliormanda Bedreddinin ordugâhında bırakıp ben ve rehberim
Geliboluya indik. Bizden önce buradan denizi yüzerek geçen olmuş. Galiba bir
dildâde yüzünden. Biz de denizi yüzerek karşı kıyıya vardık. Lâkin bizi bir
balık gibi çevik yapan şey bir kadın yüzünü ay ışığında seyretmek ihtirası
değil, İzmir yoluyla Karaburuna, bu sefer şeyhinden Mustafaya haber ulaştırmak
işiydi.
İzmire yakın bir kervansaraya vardığımızda, padişahın on iki yaşındaki
oğlunun elinden tutan Bayezid Paşanın Anadolu askerlerini topladığını duyduk.
İzmirde çok oyalanmadık. Şehirden çıkıp Aydın yolunu tutmuştuk ki bir
bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir kuyuya serinlesin diye karpuz salmış
dinlenen ve sohbet eden dört çelebiye rastladık. Her birinin üstünde başka
çeşit libas vardı. Üçü kavukluydu, birisi fesli. Selâm verdiler. Selâm aldık.
Kavuklulardan birisi Neşrî imiş. Dedi ki:
—
Halkı ibahet mezhebine davet eden Börklücenin üzerine Sultan Mehemmed Bayezid
Paşa'yı gönderir.
Kavuklulardan ikincisi Şükrüllah bin Şihâbiddin imiş. Dedi ki:
— Bu
sofinin başına birçok kimseler toplandı. Ve bunların dahi şer'i Muhammediye
muhalif nice işleri âşikâr oldu.
Kavuklulardan üçüncüsü Âşıkpaşazâde imiş. Dedi ki:
-
Sual: Ahir Börklüce paralanırsa imanla mı gidecek, imansız mı?
-
Cevap: Allah bilir anın çünkim biz anın mevti halini bilmezüz..
Fesli
olan çelebi İlâhiyat Fakültesi tarihi kelâm müderrisiydi. Yüzümüze baktı.
Gözlerini kırpıştırarak kurnaz kurnaz gülümsedi. Bir şey demedi.
Biz
hemen atlarımızı mahmuzladık. Ve bir bağ içinde, bir ceviz ağacı altında, bir
kuyuya saldıkları karpuzları serinletip sohbet edenleri nallarımızın tozları
arkasında bırakarak Aydına, Karaburuna, Börklücenin yanına vardık.
9.
Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
sıcak.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular,
bulutlar boşanacak
boşanacaktı.
O, kımıldanmadan baktı,
kayalardan
iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın:
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Sıcaktı.
Baktı Karaburun dağlarından O
baktı bu toprağın sonundaki ufka
çatarak kaşlarını :
Kırlarda çocuk başlarını
Kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.
Bu gelen
Şehzade Murattı.
Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın
ismine
Aydın eline varıp
Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine.
Sıcaktı.
Bedreddin halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan
kızmadan
gülmeden.
Baktı dimdik
dosdoğru.
Baktı O.
En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın :
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
fermanlı bir ölüm kuşunun
kanatlarıyla.
Oysaki onlar bu toprağı,
bu kayalardan bakanlar, onu,
üzümü, inciri, narı,
tüyleri baldan sarı,
sütleri baldan koyu davarları,
ince belli, aslan yeleli atlarıyla
duvarsız ve sınırsız
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.
Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin yiğitleri baktılar ufka...
•
En yumuşak, en sert,
en tutumlu, en cömert,
en
seven,
en büyük, en güzel kadın :
TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı.
Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti
yere.
Birden-
-
bire
kayalardan dökülür
gökten yağar
yerden biter
gibi,
bu toprağın verdiği en son eser gibi
Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına
çıktılar.
Dikişsiz ak libaslı
baş açık
yalnayak ve yalın kılıçtılar.
Mübalâğa cenk olundu.
Aydının Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları,
on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.
Bayrakları al, yeşil,
kalkanları kakma, tolgası tunç
saflar
pâre pâre edildi ama,
boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her
yerde
hep
beraber!
diyebilmek
için
on binler verdi sekiz binini..
Yenildiler.
Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının
kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
zarurî neticesi bu!
deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o,
bu dilden anlamaz pek.
O, «hey gidi kambur felek,
hey gidi kahbe devran hey,»
der.
Ve teker teker,
bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri,
yüzleri kan
içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlûpları..*
(*) Şimdi ben bu satırları yazarken, «Vay,
kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam
kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay, Marksiste bakın...» gibi
laflar edecek olan bazı "sol" geçinen delikanlıları düşünüyorum.
Tıpkı yazımın ta başında tarihi kelâm müderrisini düşünüp kahkahasını duyduğum
gibi.
Ve
şimdi eğer böyle bir istidrad yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil,
Marksizmi yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar içindir.
Bir
doktorun verem bir çocuğu olsa, doktor, çocuğunun öleceğini bilse, bunu
fizyolojik, biyolojik, bilmemne-lojik bir zaruret olarak kabul etse ve çocuk
ölse, bu ölümün zaruretini çok iyi bilen doktor, çocuğunun arkasından bir
damlacık gözyaşı dökmez mi ?
Paris
Komunasının devrileceğini, bu devrilişin bütün tarihî, sosyal, ekonomik
şartlarını önceden bilen Marksın yüreğinden Komunanın büyük ölüleri «bir
ıstırap şarkısı» gibi geçmemişler midir? Ve Komuna öldü, yaşasın komuna! diye
bağıranların sesinde bir damla olsun acılık yok muydu?
Marksist, bir «makina - adam», bir ROBOTA değil, etiyle, kanıyla sinir
ve kafası ve yüreğiyle tarihî, sosyal, konkre bir insandır.
10.
Karanlıkta durdular.
Sözü O aldı, dedi:
«— Ayasluğ, şehrinde pazar kurdular.
Yine kimin dostlar
yine kimin boynun vurdular?»
Yağmur
yağıyordu boyuna.
Sözü onlar alıp
dediler ona:
«— Daha pazar
kurulmadı
kurulacak.
Esen rüzgâr
durulmadı
durulacak.
Boynu daha
vurulmadı
vurulacak.»
Karanlık ıslanırken perde perde
belirdim onların olduğu yerde
sözü ben aldım, dedim :
«— Ayasluğ şehrinin kapısı nerde?
Göster geçeyim!
Kalesi var mı?
Söyle yıkayım.
Baç alırlar mı?
De ki vermeyim!»
Sözü O aldı, dedi:
«—Ayasluğ şehrinin kapısı dardır.
Girip
çıkılmaz.
Kalesi vardır,
kolay yıkılmaz.
Var git al atlı yiğit
var git işine!..»
Dedim: «— Girip çıkarım!»
Dedim: «-—Yakıp yıkarım!»
Dedi: «—Yağış kesildi
gün ağarıyor.
Cellât Ali,
Mustafayı
çağırıyor!
Var git al atlı yiğit
var
git işine!..»
Dedim: «— Dostlar
bırakın beni
bırakın beni.
Dostlar
göreyim onu
göreyim onu!
Sanmayınız
dayanamam.
Sanmayınız
yandığımı
el âleme belli etmeden yanamam!
Dostlar
"Olmaz!" demeyin,
"Olmaz!" demeyin boşuna.
Sapından kopacak armut değil bu
armut değil bu,
yaralı olsa da düşmez dalından;
bu yürek
bu yürek benzemez serçe kuşuna
serçe kuşuna!
Dostlar
biliyorum!
Dostlar
biliyorum nerde, ne haldedir O!
Biliyorum
gitti gelmez bir daha!
Biliyorum
bir deve hörgücünde
kanıyan bir çarmıha
çırılçıplak bedeni
mıhlıdır kollarından.
Dostlar
bırakın beni,
bırakın beni.
Dostlar
bir varayım göreyim
göreyim
Bedreddin kullarından
Börklüce Mustafayı
Mustafayı.»
•
Boynu vurulacak iki bin adam,
Mustafa ve çarmıhı
cellât, kütük ve satır
her şey hazır
her şey tamam.
Kızıl sırma işlemeli bir haşa
altın üzengiler
kır bir at.
Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk
Amasya padişahı şehzade sultan Murat.
Ve yanında onun
bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezid Paşa!
Satırı çaldı cellât.
Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi,
yeşil bir daldan düşen elmalar gibi
birbiri ardına düştü başlar.
Ve her baş düşerken yere
çarmıhından Mustafa
baktı son defa.
Ve her yere düşen başın
kılı depremedi:
—İriş
Dede
Sultanım iriş!
dedi bir,
başka bir söz demedi..
11.
Bayezid Paşa Manisaya gelmiş, Torlak Kemâli anda bulup anı dahi anda
asmış, on vilâyet teftiş edilerek gidecekler giderilmiş ve on vilâyet betekrar
bey kullarına timar verilmişti.
Rehberimle ben, bu on vilâyetten geçtik. Tepemizde akbabalar dolaşıyor
ve zaman zaman acayip çığlıklar atarak karanlık derelerin içine süzülüyorlar,
henüz kanları kurumamış körpe kadın ve çocuk ölülerinin üstüne iniyorlardı.
Yollarda, güneşin altında, genç, ihtiyar erkek cesetleri serili olduğu halde,
kuşların yalnız kadın ve çocuk etini tercih etmeleri karınlarının ne kadar tok
olduğunu gösteriyordu.
Yollarda hünkâr beylerinin alaylarına rastlıyorduk.
Hünkârın bey kulları; çürümüş bir bağ havası gibi ağır ve büyük bir
güçlükle kımıldanabilen rüzgârların içinden ve parçalanmış toprağın üstünden
geçerek, rengârenk tuğları, davullarıyla ve çengü çigane ile timarlarına dönüp
yerleşirlerken biz on vilâyeti arkada bıraktık. Gelibolu karşıdan göründü.
Rehberime:
—
Takatim kalmadı gayrı, dedim, denizi yüzerek geçmem mümkün değil.
Bir
kayık bulduk.
Deniz
dalgalıydı. Kayıkçıya baktım. Bir Almanca kitabın iç kapağından koparıp koğuşta
başucuma astığım resme benziyor. Kalın bıyığı abanoz gibi siyah, sakalı geniş
ve bembeyaz. Ömrümde böyle açık, böyle konuşan bir alın görmemişimdir.
Boğazın orta yerine gelmiştik, deniz durmamacasına akıyor, kurşun boyalı
havanın içinde sular köpüklenerek kayığımızın altından kayıyordu ki koğuştaki
resme benziyen kayıkçımız:
—
Serbest insan ve esir, patriçi ve pleb, derebeyi ve toprak kölesi, usta ve
çırak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz bir zıddıyette
birbirine karşı göğüs gererek bazen el altından, bazen açıktan açığa fasılasız
bir mücadeleyi devam ettirdiler; dedi.
12.
Rumeline ayak bastığımızda Çelebi Sultan Mehemmedin Selânik kalesindeki
muhasarayı kaldırarak Sereze geldiğini duyduk. Bir an önce Deliormana ulaşmak
için gece gündüz yol almağa başladık.
Bir
gece yol kenarında oturmuş dinleniyorduk ki, karşıdan Deliorman taraflarından
gelip Serez şehrine doğru giden üç atlı, doludizgin önümüzden geçti. Atlılardan
birinin terkisinde bir heybe gibi bağlanmış, insana benzer bir karaltı görmüştüm.
Tüylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:
Ben tanırım bu nal seslerini.
Bu köpükleri kanlı simsiyah atlar
karanlık yolun üstünden dörtnala geçip
hep böyle terkilerinde bağlı esirler götürdüler.
Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
bir
sabah
çadırlarımıza bir dost türküsü gibi gelmişlerdir.
Bölüşmüşüzdür ekmeğimizi onlarla.
Hava öyle güzeldir,
yürek öyle umutlu,
göz çocuklaşmış
ve hakîm dostumuz ŞÜPHE uykuda...
Ben tanırım bu nal seslerini.
Onlar
bir
gece
çadırlarımızdan doludizgin uzaklaşırlar.
Nöbetçiyi sırtından bıçaklamışlardır
ve terkilerinde
en değerlimizin
arkadan bağlanmış
kolları vardır.
Ben tanırım bu nal seslerini
onları Deliorman da tanır..
Filhakika
bu nal seslerini Deliormanın da tanıdığını çok geçmeden öğrendik. Çünkü
ormanımızın eteklerine ilk adımımızı atmıştık ki, Bayezid Paşanın diğer
tedbiratı saibe ile ormana adamlar bıraktığını, bunların karargâha kadar
sokulup Bedreddinin müritliğine dahil olduklarını ve bir gece şeyhimizi
çadırında uykuda bastırıp kaçırdıklarını duyduk. Yani yol kenarında
rastladığımız üç atlı Osmanlı tarihindeki provokatörlerin ağababası idiler ve
terkilerinde götürdükleri esir de Bedreddindi.
13.
Rumeli, Serez
ve bir eski terkibi izafi:
HUZÛRU HÜMAYUN.
Ortada
yere saplı bir kılıç gibi dimdik
bizim
ihtiyar.
Karşıda hünkâr.
Bakıştılar.
Hünkâr istedi ki:
bu müşahhas küfrü yere sermeden önce,
son sözü ipe vermeden önce,
biraz da şeriat eylesin ibrazı hüner
âdâb ü erkâniyle halledilsin iş.
Hazır bilmeclis
Mevlâna Hayder derler
mülkü acemden henüz gelmiş
bir ulu danişmend kişi
kınalı sakalını ilhamı ilâhiye eğip,
«Malı haramdır amma bunun
kanı helâldır» deyip
halletti işi...
Dönüldü Bedreddine.
Denildi: «Sen de konuş.»
Denildi: «Ver hesabını ilhadının.»
Bedreddin
baktı kemerlerden dışarı.
Dışarda güneş var.
Yeşermiş avluda bir ağacın dalları
ve bir akarsuyla oyulmaktadır taşlar.
Bedreddin gülümsedi.
Aydınlandı içi gözlerinin,
dedi:
— Mademki bu kerre mağlubuz
netsek, neylesek zaid.
Gayrı uzatman sözü.
Mademki fetva bize aid
verin ki basak bağrına mührümüzü..
14.
Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
beyaz ve çıplak mürted ayaklarının
ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
Yağmur çiseliyor,
Serezin esnaf çarşısında,
bir bakırcı dükkânının karşısında
Bedreddinim bir ağaca asılı.
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor.
TORNACI ŞEFİĞİN GÖMLEĞİ
Yağmur çiseliyordu. Dışarda, demir parmaklıkların arkasındaki deniz
ufkunda ve bu ufkun üstündeki bulutlu gökte sabah olmuştu. Bugün bile gayet iyi
hatırlıyorum. İlkönce omuzumda bir elin dokunuşunu duymuştum. Dönüp baktım.
Tornacı Şefik. İçleri ışıl ışıl, kapkara gözlerini yüzüme dikmiş:
— Bu
gece uyumadın galiba, diyor.
Artık
yukardan eşkıyaların zincir sesleri
gelmiyordu. Ortalık ağarınca onlar uykuya varmış olmalılar. Gün ışığında
nöbetçilerin düdük sesleri de manalarını kaybediyor. Boyaları siliniyor ve
ancak karanlıkta belli olan sert çizgileri yumuşuyor.
Koğuşun kapısı dışardan açıldı. İçerde çocuklar teker teker uyanıyorlar.
Şefik
soruyor:
— Ne
oldun, bir tuhaf halin var senin?
Şefiğe geceki maceramı anlatıyorum:
—
Fakat, diyorum, hani gözümle gördüm. Nah şu pencerenin arkasına geldi. Yekpare
ak bir gömleği vardı. Elimden tuttu. Bütün bir yolculuğu yan yana, daha doğrusu
onun rehberliğiyle yaptım..
Tornacı Şefik gülüyor. Bana pencereyi göstererek:
—
Sen, diyor, yolculuğu Mustafanın müridiyle değil, benim gömleğimle yapmışsın.
Bak, dün gece asmıştım. Hâlâ pencerede..
Ben
de gülüyorum. Simavne Kadısı oğlu Bedreddin hareketinde bana rehberlik eden
tornacı Şefiğin gömleğini demirlerin üstünden alıyorum. Şefik gömleğini sırtına
geçiriyor. Bütün koğuş arkadaşları «yolculuğumu» öğrendiler. Ahmed:
—
Bunu yaz işte, diyor. Bir «Bedreddin destanı» isteriz. Hem sana ben de bir
hikâye anlatayım onu da kitabın sonuna koyarsın...
Ahmedin anlattığı hikâyeyi işte kitabımın sonuna koyuyorum.
AHMEDİN HİKÂYESİ
Balkan harbinden önceydi. Dokuz yaşındaydım. Dedemle, Rumelinde, bir
köylüye misafir olduk. Köylü mavi gözlü ve bakır sakallıydı. Bol kırmızı
biberli tarhana içtik. Kıştı, Rumelinin kuru, çok bilenmiş bir bıçak gibi
keskin kışlarından biri.
Köyün
adını hatırlıyamıyorum. Yalnız, yola kadar bizimle gelen jandarma, bu köyün
insanlarını dünyanın en inatçı, en vergi vermez, en dik kafalı köylüleri diye anlattıydı.
Jandarmaya göre bunlar, ne müslüman, ne gâvurdular. Belki kızılbaştılar.
Ama, tam da kızılbaş değil.
Köye
girişimiz hâlâ aklımdadır. Güneş battı batacak. Yol don tutmuş. Yolda cam
parçaları gibi pırıldıyan kaskatı su birikintilerinde kızıltılar.
Köyün
karanlığa karışmıya başlıyan ilk çitlerinde bizi bir köpek karşıladı. İri,
alacakaranlık içinde kendi kendinden daha kocaman görünen bir köpek.
Havlıyordu.
Arabacımız dizginleri kastı. Köpek atların göğüslerine doğru sıçrayıp
saldırıyor.
Ben,
«Ne oluyoruz?» diye başımı arabacının arkasından dışarı uzattım. Arabacının
kırbacı tutan kolu dirseğiyle yüzüme çarparak kalktı ve yılan ıslığı gibi ince
bir şaklamayla köpeğin başına indi. Tam bu sırada kalın bir ses duydum:
-
Hey. Vurduğunu köylü, kendini kaymakam mı sandın?
Dedem
arabadan indi. Köpeğin kalın sesli sahibine «merhaba» dedi. Konuştular. Sonra
köpeğin bakır sakallı, mavi gözlü sahibi bizi evinde konuk etti.
Kulağımda çocukluğumdan kalan birçok konuşmalar vardır. Bunlardan
çoğunun mânasını büyüdükçe anlamış, kimisine şaşmış, kimisine gülmüş, kimisine
kızmışımdır. Fakat çocukken yanımda büyüklerin yaptığı hiçbir konuşma mavi
gözlü köylüyle dedemin o geceki konuşmaları gibi bütün hayatımın boyunca
müessir olmamıştır.
Dedemin yumuşak, çelebice bir sesi vardı. Ötekisi kalın, hırçın ve
inanmış bir sesle konuşuyordu.
Onun
kalın sesi diyordu ki:
—
Hünkârın iradesi ve İranlı Molla Haydarın fetvasıyla Serezde, çarşıda,
yapraksız bir ağaç dalına asılan Bedreddinin çırılçıplak ölüsü iki yana ağır
ağır sallanıyordu. Geceydi. Çarşının köşesinden üç adam belirdi. Birisinin
yedeğinde kır bir at vardı. Eğersiz bir at. Bedreddinin asıldığı ağacın altına
geldiler. Soldaki pabuçlarını çıkardı. Ağaca tırmandı. Aşağıda kalanlar
kollarını açıp beklediler. Ağaca çıkan adam Bedreddinin uzun ak sakalı altından
ince boynuna bir yılan çevikliğiyle sarılmış olan ıslak, sabunlu ipin düğümünü
kesmeğe başladı. Bıçağın ucu birdenbire ipten kaydı ve ölünün uzamış boynuna
saplandı. Kan çıkmadı. İpi kesmekte olan delikanlı sapsarı oldu. Sonra eğildi,
yarayı öptü, doğruldu. Bıçağı attı ve yarısından çoğu kesilen düğümü elleriyle
açarak uyuyan oğlunu anasının kollarına bırakan bir baba gibi Bedreddinin
ölüsünü aşağıda bekliyenlerin kollarına teslim etti. Onlar çıplak ölüyü çıplak
atın üstüne koydular. Ağaca çıkan aşağı indi. En gençleri oydu. Çıplak ölüyü
taşıyan çıplak atı yedeğinde çekerek bizim köye geldi. Ölüyü yamacın tepesinde
kara ağacın altına gömdü. Ama sonra hünkâr atlıları köyü bastılar. Atlılar
gidince delikanlı, ölüyü kara ağacın altından çıkardı. Hani belki bir daha köyü
basarlar da cesedi bulurlar diye. Bir daha da dönmedi.
Dedem
soruyor:
—
Bunun böyle olduğuna emin misin?
—
Elbette. Bunu bana anamın babası anlattı. Ona da dedesi söylemiş. Onun dedesine
de dedesi. Bu böyle gider...
Odada
bizden başka sekiz on köylü daha var. Ocağın kızıla boyadığı alaca aydınlık
dairenin kıyılarında oturuyorlar. Arasıra bir ikisi kımıldanıyor ve bu alaca
aydınlık dairenin içine giren elleri, yüzlerinin bir parçası, omuzlarından bir
tanesi kırmızılaşıyor.
Bakır
sakallının sesini duyuyorum:
— O
gelecek yine. Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek yine.
Dedem
gülüyor:
—
Sizin bu itikadınız, diyor, hırıstiyanların itikadına benziyor. Onlar da, İsa
peygamber tekrar dünyaya gelecektir, derler. Hattâ müslümanların içinde bile
İsa peygamberin günün birinde Şamı şerifte gözükeceğine inananlar vardır.
Dedemin bu sözlerine, O, birden karşılık vermiyor. Kalın parmaklı
elleriyle dizlerini tuta tuta, doğruluyor. Şimdi bütün gövdesiyle kırmızı
dairenin içindedir. Yüzünü yandan görüyorum. Büyük düz bir burnu var. Kavga
eder gibi konuşuyor:
— İsa
peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır.
Bedreddinin ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü,
göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte.. Biz Bedreddinin kuluyuz,
ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya
toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı,
soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.
Sustu. Yerine oturdu. Dedem, Bedreddinin geleceğine inandı mı, inanmadı
mı, bilmiyorum. Ben, dokuz yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda yine
inanıyorum.
SİMAVNE KADISI OĞLU
ŞEYH BEDREDDİN DESTANI'NA ZEYL
MİLLÎ GURUR
«SİMAVNE KADISI OĞLU BEDREDDİN DESTANI» risalemin dördüncü formasının
makina tashihlerini sabahleyin matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı
yazmak için kullandığım notları, bir hapishanede geceleri doldurulmuş hatıra
defterimi gözden geçiriyordum.
Artık
son forması da baskı makinası altında gidip gelmeğe başlıyan risaleme bir
kelime bile ilâve edemiyeceğimi biliyordum. Fakat bana bir şeyler unuttum gibi
geliyordu. Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın
sonuna nokta koymasını unuttum.
Vakit
öğleye yakındı. Şafakla beraber çalkalanmağa başlıyan lodos, ağır bulutların
üstüne boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi. Gökyüzünün
karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi
hava açıldı.
Ve
ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde «Destan»ımın
sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye'yi gördüm.
Açılan öğle güneşinin altında Sinan'ın Süleymaniye'si bulutlara
yaslanmış bir dağ gibiydi.
Evimin penceresiyle Süleymaniye'nin arası en aşağı bir saattir. Fakat
ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki,
Süleymaniye'yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile
görebilmeğe alıştığım içindir.
Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine
şaşılan eski bir taş köprü, «Çarşambayı sel aldı» türküsü, bir yağlığın
kenarındaki «oya», bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami değilse, bütün
bunların Cami olmakla ne kadar alakaları yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o
kadar Cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına
alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye'nin de camilikle o kadar alakası
yoktur.
Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa
karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesabla maddenin ahengine dayanan en
muazzam verimlerinden biridir. Sinan'ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir.
Ben ne zaman Sinan'ın Süleymaniye'sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına
olan inancım artar. Kendimi ferâha çıkmış hissederim.
İşte
bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu
sandığım son noktayı ararken Süleymaniye'mizi, biraz önce yağan yağmurla
yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl görünce aradığımı birdenbire buldum.
Ferahladım. Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum. Ve anladım ki
«Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı» isimli risaleme; belki on
satırlık, belki on sayfalık bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim.
***
Mevzuu bahis risalemin sonunda «AHMED'İN HİKÂYESİ» diye bir fasıl
vardır. Bulduğum ve hatıra defterimde okuduğum ve risaleme zeyl olarak yazmak
mecburiyetini duyduğum «nokta» bana Ahmed bu hikâyeyi anlattıktan sonra onunla
yapmış olduğum bir konuşmadır.
Bu
konuşmayı olduğu gibi aşağı geçiriyorum:
«Dışarıda çiseleyen yağmura, koğuşun terli çimentosuna ve yirmi sekiz
insanına Ahmed hikâyesini anlatıp bitirmişti. Ben:
—
Ahmed, demiştim, bana öyle geliyor ki sen Bedreddin hareketinden biraz da millî
bir gurur duyuyorsun.
Sesime tuhaf bir eda vererek söylediğim bu cümlenin içinde, Ahmed,
«millî gurur» terkibini birdenbire bir kamçı gibi eline almış, onu suratımda
şaklatmış ve demisti ki:
—
Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir
destan söyliyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur
duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. Millî
gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın. Lenin'i
hatırla. Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz? Lenin,
yirminci asırda beynelmilel proletaryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel
proleter demokrasisinin en büyük beynelmilelci rehberi, 1914 senesinde «Sosyal
Demokrat»ın 35'inci numarasında ne yazmıştı?
Eğer
Ahmed, «Lenin filânca mesele hakkında ne yazmıştı?» demiş olsaydı, herhalde
aramızda böyle bir sorgunun cevabını verenler bulunurdu. Fakat
«Sosyal-Demokrat»ın 35'inci numarası diye konulan mesele hepimizi şaşırttı. Ve
hiçbirimiz 35'inci numarada neler yazılmış olduğunu hatırlıyamadık. Ahmed bu
şaşkınlığımız karşısında gülümsedi. — Zaten o en derin acıdan en büyük sevince
kadar bütün duygularını hep bu meşhur gülümseyişiyle ifade eder — ve aşağı
yukarı bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve satırlarıyla
taşıyan hafızasından bize şu cümleleri okudu:
«...
Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır!
Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun
9/10'unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için
herkesten çok çalışan biziz. Çar cellâtlarının, asılzadelerin ve kapitalistlerin
bizim güzel yurdumuzu nasıl ezdiklerini, onu nasıl sefil kıldıklarını görmek
herkesten çok bize ıstırap verir. Ve bu zulümlere bizim muhitimizde, Rusların
muhitinde de karşı konulmuş olması; bu muhitin Radişçev'i, Dekabristleri, 70
senelerinin inkilâpçılarını ortaya çıkarmış bulunması; Rus amelesinin 1905
senesinde muazzam bir kitle fırkası yaratması; aynı zamanda Rus mujiğinin
demokratlaşarak büyük toprak sahiplerini ve papazları defetmeğe başlaması bizim
göğsümüzü kabartır...
«...
Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz. Çünkü Rus milleti de inkikâpçı bir sınıf
yaratabildi. Rus milleti, de beşeriyete yalnız büyük katliâmların, sıra sıra
darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomeşçiklere,
kapitalistlere zilletle boyun eğişlerinin nümunelerini göstermekle kalmadı;
hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu
da ispat etti.
«Biz
millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı kendi esir mazimizden
nefet ediyoruz. Bizim esir mazimizde pomeşçiklerle asilzadeler Macaristan'ın,
Lehistan'ın, İran'ın, Çin'in hürriyetini boğmak için mujikleri muharebeye
sürüklemişlerdi. Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı
bugünkü esir halimizden; aynı pomeşçiklerin kapitalistlerle uyuşarak Lehistan
ve Ukranya'yı ezmek, İran'da ve Çin'deki demokratik hareketi boğmak, millî
haysiyetimizi berbat eden Romanof'lar, Bogrinski'ler, Purişkeviç'ler çetesini
kuvvetlendirmek için bizi harbe sürüklemek istemelerinden nefret ediyoruz. Hiç
kimse esir doğmuş olduğundan dolayı kabahatli değildir. Fakat esaretini haklı
bulan, onu yaldızlayan (meselâ Lehistan'ın, Ukranya'nın v.s.'nin ezilmesine
Rusların «vatan müdafaası» adını veren) esir, yeryüzünün en aşağılık
mahlûkudur.»*
Lenin'den bu satırları bir solukta okuduktan sonra Ahmed birdenbire
susmuş, nefes almış ve yine o meşhur gülümseyişiyle:
—
Evet, demişti, bizim muhitimiz de Bedreddin'i, Börklüce Mustafa'yı, Torlak
Kemâl'i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri
yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum. Millî
bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi
kütleleri (yani nüfusunun 9/10'u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını
kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir. Çünkü unutmayın ki «başka milletleri
ezen bir millet hür olamaz.»
«Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin Destanı» isimli risaleme bir önsöz yazmak
istemiştim. Bedreddin hareketinin doğuş ve ölüşündeki sosyal-ekonomik şartlar
ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin'in materyalizmiyle Spinoza'nın
materyalizmi arasında bir mukayese yapayım, demiştim. Olmadı. Buna karşılık
risalemin zeyline kısa bir «sonsöz» yazdım. Şöyle ki:
Bana
Ahmed:
—
Senden bir «Bedreddin destanı» isteriz, demişti.
Ben,
benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim. Daha iyisini de yapmağa
çalışacağım. Fakat tıpkı benim gibi Ahmed'in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu
söyliyenler, benden istenen sizden de istenendir.
Ahmed'e, Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalın ilim
kitapları, Karaburun ve Deliorman yiğitlerini, etleri, kemikleri, kafaları ve
yürekleriyle oldukları gibi diriltecek romanlar,
Ne ah
edin dostlar, ne ağlayın!
Dünü
bugüne
bugünü yarına bağlayın!
diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lâzım.
(*) Lenin Külliyatı, baskı 1935, cild 18, sayfa 80,
81, 82, 83'de (Rusların millî gururu) isimi makaleyle — ki bu makale 1914
senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35'inci numarasında çıkmıştır — Ahmed'in o gün
bize hafızasından okuyup derhal tercüme ettiği satırları bilâhara
karşılaştırdım. Ahmed ezbere okuyup tercüme ettiği parçaların yalnız cümle
kuruluşlarında bazı değişiklikler yapmış. Fikirde hiçbir hata olmadığı için ben
Ahmed'in tercümesini aynen aldım.
DR. HİKMET KIVILCIMLI’DAN…
KADI İSRAİLOĞLU SİMAVNALI ŞEYH BEDREDDİN
"Olup
Mansur, bu yolda verdi bâşın
"Hüdâ
aşkında hiç çatmâdı kaaşın
"Münafıklar
atarlar tain taaşın
"Bizim
mürşidimiz Şeyh Bedreddindir."
(Menâkıb,
s. l38)
Molla
Hafız Halil
(Şeyh
Bedreddin'in torunu)
BEDREDDİN - HUS - İBNÎ HALDUN
Simavnalı Şeyh Bedreddin Mahmud Rumî
(1359-1420), yalnız Türkiye devrim tarihinin değil, bütün insanlık için sosyal
devrim tarihinin en ilgi çekici büyük kahramanıdır: Şeyhin zamanına dek
medeniyetler, dıştan gelme barbar akınlarının tarihsel devrimi ile
yıkılırlardı. Şeyhin zamanındaki Aksak Timur akını o çeşit dıştan yıkıcı
tarihsel devrimlerin en sonuncusuydu. Sosyal devrim imkânsız olduğu için
muazzam bir medeniyetin yıkılışı antika destanlarda "tufan", dinlerde
"kıyamet" adını alıyordu.Şeyh Bedrettin bu şuursuz medeniyet
yıkılışları yerine, insanlığın biricik ve sürekli gelişimini sağlayacak şuurlu
devrimi, başka deyimle: Tarihsel devrim yerine sosyal devrimi geçiren en şuurlu
ve en orijinal büyük devrimcidir. O bakımdan, sosyal devrimler çağı demek olan
modern çağın ilk en önemli müjdecisidir.
Şeyh Bedreddin, kendi çağdaşları
sayılabilecek olan İslâm medeniyetinin Aristotales'i İbnî Haldun (1332-1406)
dan da, Batı dünyasında Wicleften sonra ilk din reformcusu Çek papazı Jean
Huss'ten de önemli kişidir. Gerçi İbnî Haldun : Aksak Timur gibi uykuda gezer
"Cihangir"lere metelik vermeyecek değerde moral taşır. Aynı metelik
vermeyişi Şeyh'te de buluruz. İbnî Haldun toplum ve tarih kanunlarını
Marks-Engels'lere müjdeci olurca izlemiştir. Bu dahiyane buluşları, yâşadığı
büyük pratik olaylardan sezmiştir. Ama, bulduğu prensipleri, içinde yaşadığı
tarihsel ve sosyal şartlar yüzünden, pratiğe uygulamayı düşünememiştir. Şeyh
Bedrettin, teori ile pratiği en canlı, en insancıl yükseklikte sosyal sentezine
ulaştırmıştır.
Jean Huss (1369-1415) yalnız
hristiyanlar için İsa dininde reformu öngörmekle yetindi. Şeyh; müslüman,
hristiyan, yahudi ayırdı yapmadı, bütün din ve ulus sınırlarının izafiliğini
göstererek, her türlü insan ayrılıklarını "İptâl" etti. Tümüyle
insanlığı yücelten bir kurtarıcı Humanitarisme yarattı. Batı'da ünlü
"Reform" hareketi : Zengin papazların mülklerini müsadere etmekle
kaldı. Bunun sonucu Almanya'da büyük derebeyilerin, Fransa ve İngiltere'de
işveren burjuvaların ekmeklerine yağ sürdü. Şeyh; öyle dar bencil sınıf ve
sınır çerçevelerinden üstün uluslararası sosyalizmin gözünü budaktan esirgemez
ülkücüsü idi. Hüss kancıkca yakıldı, Şeyh kancıkça asıldı. Hüss'çü hareket,
kendisi öldükten sonra başladı. Şeyh onlarca yıl hazırlanmış Anadolu ve Rumeli
hareketinin başına geçti. Hüss antika bezirgânlığın yerine modern bezirgânlığı
tutmuş oldu. Şeyh her bezirgân çıkarcılığına karşıydı.
İnsanın kişiliğini yaratan en yakın
gelenekleri, "soy"unun başından geçenlerdir. Simavnalı Şeyh Bedrettin
Mahmut Rûmî, çok ilgi çekici soydan gelir. Ona rağmen Osmanlı tarihçileri,
Şeyhin adını unutturamadıkları zaman bile, hiç değilse soyunu anmamaya aşırıca
uğraşmışlardır.
Cumhuriyetin doğuş günlerinde Şeyhin
üzerine eğilen ilk (1925) ve 32 yıl için son bilgin "Darülfünun İlâhiyat
Fakültesi Tarih'i Kelâm müderrisi" sayın M. Şerafettin oldu. "Simavna
kadısı oğlu Şeyh Sedrettin" (Evkaf matbaası, İstanbul, 1341) adlı eserınde
Şeyhin yalnız İsrail adlı bâbasını anar. (S. .4.5) Elimizdeki
"Menakıb"i bilmediği için,. Şeyh üzerine yürüttüğü tek tük
düşünceleri gibi Şeyhin derin soyu da askıda kalır.
Mehmet Süreyya bey : (Şeyhin)
"Ecdadı Selçuk Devleti vezirlerinden idi." der. (M.S. : Sicilli Osmâni,
cild II, s. l6 Matbaası Amire, İstanbul 1311). Şemsettin Sami bey : "Şeyh
aslında Selçuk hükümdarları neslinden olup" (Kaamûs ül-âa lâm, s.1254)
kaydını düşürür. Belgratlı Muhtesip zâde Hâki : (Şeyhin) "Ecdadı Selçuk
Sülâlesinden Alâettin'in kardeşi oğluna vezir dahi olup (Hadikat-ür Reyhân,
elyazması, Köprülü Ahmet Paşa kütüphanesi, n 230) yollu yanlış bir tercüme
yapar. Tercümenin aslını Arapça yazmış olan Taşköprü zâde ise şunu söyler :
"Söylendiğine göre (Şeyhin) dedeleri Selçuk oğullarının veziri ve kendisi
Sultan Alâittin Selçukinin biraderi oğlu idi." (Şakaayik'ı Nûmâniyye,
Arapça elyazması, Köprülü Ahmet P. Kütüphanesi, n.1230: s. 27 - 30)
Böylece, Osmanlı tarihçilerinin Şeyh
soyu üzerinde niçin susuş konspirasyonu yaptıkları çıtlatılmış olur. Osmanlı
padişahlığına karşı en modern anlamda halk devrimi uğruna ayaklanmış adamın - o
zaman için pek önemli sayılan – bir hükümdar soyundan geldiği açıklanamazdı.
Cumhuriyetin 34 üncü yılı, candan
savunduğu Şeyhin hayatını ve Şâheseri "Vâridât"ı temiz üslûbuyla
veren sayın Bezmi Nusret Kaygusuz, basılı biçiminde ilk
defa"Menâkız"ı ele almış olur (Şeyh Bedreddin Simaveni : İzmir,1957).
Ona göre, Hayrullah Efendi Tarihinde.,Şeyhle akraba olan Selçuk Sultanı
Ferâmürz oğlu III üncü Alaeddin'dir. Tarih'i âl'i Osman (Adil oğlu Oruç, 9 uncu
yüzyıl) da : Osman Gaazi Karahisarı alırken, Sultan Alâeddin, kardeşi oğlu
Aktimur eliyle Osman'a malzeme, veziri Abdül' Aziz eliyle de bağımsızlık
buyrultusu ve Mısır hükümdarından Akbayrak, "tuğ ve âlem" göndermiştir.
İşte bu, Osmanlı Devleti'ne bağımsızlık buyrultusu getiren Abdül' Aziz Şeyh
Bedrettin'in öz dedesidir.
İslâm medeniyetinin o kargaşalı
"Ulusların Göçü" ve derebeyileşmeleri çağında en büyük derebeyi
Cengiz Sülâlesinden Mahmut Gaazân han idi. Moğol imparatoru, "böl ve
güt"prensibine göre, buyurduğu Rum Selçuk ülkesinde III üncü Alâeddin
Keykubâdı Konyâ'ya, Amcası Mes'udu Doğu Anadolu'ya tâyin etmişti. Türk
beylerinden Baltu, Mesud'u tek şah yapmak kaygusuyla Alâeddin'e karşı
ayaklanınca, Gaazân, emrindeki Kutlup Şahı gönderip Mesud'u esir ettirdi.Bu yol
Türk beyleri Alâeddin'i bağımsız hükümdar ilân ettiler. Anadolu'da bu
altüstlükleri kışkırtan Mısır hükümdarı Melik Nâsır’ın üzerine yürüyen Gaazân
Şam'da bozuldu. Halep'ten Anadolu'ya geçti. Oradan Alaeddin'i aldı. İsfahan'a
götürerek idam etti. Alâeddin'in oğlu Gıyasüddin'i de boğdurttu. Böylece artık
Selçuk saltanatının gölgesi bile silinmişti.
O zaman Anadolu'da başıboş kalan iki
derebeylik bağımsızlaştı.Onlardan birisi: Serhad üzerindeki Söğüt beyi Osman
Gaazi idi. Anlaşılan, Şeyh'in dedesi Abdülaziz, kardeşi Alaeddin trajedisinden
sonra, vaktiyle bağımsızlık buyrultusu götürdüğü Osman Gaazi'nin yanına gelmiş
ve sayılan bir gaazi olarak Bizansa karşı kutsal savaşa girişmiştir.
1937 yılı, "İnkılâb
Müzesi"ndeki elyazmasından işlediğimiz "Menâkız" : Henüz küçük
bir ilçe beylikceğizi olan Osmanlılığın bütün şaşırtıcı atılganlıklarında
Şeyhin dedesi Abdülaziz'in oynadığı öncülüğü alçak gönüllüce destanlaştırarak
söze başlar. Yazarı Molla Halil, Şeyh Bedreddin’in torunudur. Tarihi Fâtih
Mehmet günlerine varan manzum elyazmasının adı : "Hâzâ Menakıb'ı Şeyh,
Bedreddin hin Kaadi İsrail"dir.
A- Şeyhin Doğuşu
1935 yılına gelinceyedek, Şeyh
Bedrettin 'in gerek dedeleri, gerekse doğduğu yer ve tarih üzerine açık hiçbir
şey bilinmiyor gibiydi. O yıl "İnkılâp Müzesi"nde Şeyhin torunu hafız
Molla Halil'in manzum elyazma "MENAKIB"ı ansızın elimize geçti. (1)
Orada olduğu gibi anlatılan Şeyhin kendisi kadar soyu da çok ilgi çekiciydi.
Osmanlıların doğuşunda, Rumeli'ye geçişinde İslâm öncüsü olarak büyük Haçlılar
seferini bozuşunda, Şeyh'in soyu olağanüstü önemli, öncü rolünü oynamıştı. Bu
rol aydınlanmadıkça, Osmanlılığın pek çok sırları karanlıkta kalırdı.1939 yılı,
Menâkıp esas tutularak Şeyhin hayatı yeni baştan yazıldı: Bu kitap, 27 yıl önce
yazılmıştı, yalnız dilini az düzeltip temize çekerek yayınlıyoruz.
Kişi olarak Şeyhin soyu ve oluşu üç
ayrımda toplandı :
1- Şeyhin dedesinin dedeleri;
2- Şeyhin yakın akrabaları;
3- Şeyhin dünyaya gelişi.
I- Şeyhin Dedesinin Dedeleri
"Simavna Kadısı İsrâil'in
oğlu" diye ün alan Şeylı Bedrettin Mahmut Rûmî üzerine, l939 yılına dek,
Cumhuriyet Türkiyesi'nde Türkçe bir tek bilim eseri yayınlanmıştı. (2) Onda
Şeyhin yalnız İsrail adlı babasından konu açılır. Kimi "Terâcüm"
yazarları Şeyhin dedesinin Abdülaziz olduğunu bildiriyorlardı (3). Abdülaziz'in
kim olduğu, ne yaptığı bilinmezdi.
Değerli düşünürümüz Bay Bezmi Nusret
Kaygusuz Menâkıp'tan yararlandığı eserini yaymakta bizden çevik davrandı.
Himmeti var olsun: Kendi açısından ve "Vâridât" tercümesiyle daha
derinleşmiş olan eserinde (4) Şeyhin açık şeceresini koydu. Ona göre :
"Mevzuât'i Ülûm" da Şeyh, Selçuk Sultanı Alâeddinin kardeşi oğlu,
dedeleri Selçuk vezirleridir : "Tâc'üt Tevârih" te Şeyhin büyük
dedesi Sultan Alâeddinin yakın akrabası ve vezirlerindendir : "Kısası
Enbiya" da Şeyh, "Alâeddin'in amcası oğludur: "Şakaayık'ı
Nûmâniye" ve "Lûgat'ı Tarihiyye ve Coğrafiyye"de Bedreddin,
Sultan Alâeddin'in öz yeğenidir. (Üçüncü Alâeddin'in) : "Hayrullah
Efendi" Tarihi ile "Vâridât" önsözünde, Şeyh Feramürz oğlu III
Alâeddin oğlu Abdülaziz oğlu İsrail'in oğludur.
Bay Kaygusuz : "Bedreddin'in
dedesi Abdülaziz, kardeşi III.Alâeddin Keykubâd'ın vezirliğinde
bulunmuştur."(5) der. Abdülaziz'in atalarıyla uğraşmaz. Özetlemeye önem
vermiştir. Oysa Menâkıb Şeyhin en canlı trajedisini verdiği gibi Abdülaziz'in
dedeleri üzerine de açıklama yapar :
"Ceddi ânın Bağdat ilinde, ey
said
"Oldu Cengiz hân elinde
Şehid" (Me, 7) der. Cengiz 1224 (göç: 621) yıllarında Batı'ya döndüğü
vakit Bağdat Halifesiyle müttefikti. Yalnız Moğol tüccarlarını öldüren Hvarzim
şahı Alâeddin'den öc almak üzere: Maverâünnehr, Hvarzim, Horasan, Kafkas
ülkelerini hallaç pamuğuna çevirdi. Ama, Bağdat'a inmedi. Molla Halil'in durup
dururken yalan söylemeyeceğine, belki tarih yanlışı yapmış olacağına göre :
Abdülaziz'in dedesi Bağdat 'a ne vakit gelmiştir ? Orada niçin öldürülmüştür ?
Herkesten daha yetkili olarak Menâkıb
şunu anlatır :
Nesi idi Sultan Alâiddine bil
Şüphe yoktur bu söze ey zinde dil
"Şâh Alâeddin nesliydi
özü..." (Me, 7)
Bu şah Selçuklardan hangi Alâeddin
idi? Şeyhin ataları onunla nasıl kuşaklanıyordu?
Al'i Selçûkilere neslen vezir
"Hem çü Al'i Bermeki Abbas
mir." (Me, 7) deniliyor. Cengiz Kâşgarı 1219 yılı, Semerkand'ı 1220 yılı
ele geçirmiştı. O sıralar (G. 617, İS : 1220) Rum (Anadolu) Selçuk Sultanı
Alâeddin Keykubad İbn’î Gıyasüddin Keyhusrev (ölümü : 635, Kaamûs âlâma göre
636, İs.1237) idi: Bu kişi Cengiz'le birlikte Hvarzim şahı Mehmed Alâeddin'e
saldırmıştı. Menâkıb, hangi Selçukluları konu ettiğini belirtmiyorsa da, Rum
Selçuklularını anlattığı besbellidir. Alâeddin adını taşıyan üç Selçuk Hânı
yalnız Rum (Anadolu) ülkesinde saltanat sürdü. Bu Selçuklu Hânların dölünden
gelen Şeyhin ataları, o hânedana soyca "Neslen" vezir olmakta, tıpkı
"Bermek" oğullarının Abbâsilere soyca vezir oluşlarına benzermiş. Bir
mecûsi ateşgede hizmetçisi olan Bermek acem bezirgân muhalefeti üzerine barbar
kollektif aksiyon geleneğini temsil eden Horasanlı Ebâ Müslim ile birlikte
Irak'ta küçük bir tarihsel devrim yapıp "Abbâsiye" halifeliğini
kuranlardandı. Bermek oğulları 750 ilâ 788 (G. 132 ilâ 171) yıllarında, sıra
ile babadan oğula geçmek üzere, 40 yıl Abbâsiler ister istemez "neslen
vezir" olmuşlardı.
Bu kadar ayrıntılı anlatılan bir olay
uydurma olamaz.Öyleyse işin aslı nedir ?
II- Şeyhin Dedesinin Dedesi Bağdat'ta
Şeyhin dedesinin dedesi Moğol
saldırıları sırasında Bağdat'a niçin gitmiş ? Menâkıba göre :
Emmisi şah olduğu vakte anın
"Kaçup Abbâsilere gitmişti
anın."
Eski Türkler'de, Babahânlı göçebe
geleneğince, Hân'ın büyük oğlu, veziri "Beşe" veya Paşa'sı olurdu
(11). Abdülâziz'in dedesi, anlaşılan Selçuk Şahının hem büyük oğlu, hem veziri
imiş. Hangi Şâhın ? Söylenmiyor. (12) Selçuk Şah ölünce yerine büyük oğlu
geçmeliydi. Burada, çocuğun amcası açıkgöz davranıp tahta konmuş olacak: O
zaman, baba mirası Şahlıktan yoksun kalan büyük oğlu, yâni Abdülâziz'in dedesi
Bağdat'a kaçmış bulunabilir. Menâkıb'ın anlattığı böyle yorumlanabilir.Bu
yoruma hak verdiren başka olaylar da eksik değil.
İlkin, Menâkıb dahi Şah Alaeddin'le
soydaş olan Bedreddindir, diyor. Cengiz ile, işbirliği yapan Alâeddin
birincisidir.Abdülâziz'in dedesinin Bağdat'a kaçışı besbelli çok sonlara gelir.
Cengiz hengâmesinden yüzyıl önce İran Selçukları devletinde Hasan Sabbab'ın
"Haşisi Partisi", Rum Selçukları devletinde "İsmâilî"
Partisi gibi tanrısız devrim örgütleri türemişti.Demek her iki Selçuk düzeni
çıkmaz çağın kapısını çalıyorlardı.Halk içinde yaman etkiler yapan devrimci
partiler kimi saray ve hanedan üyeleri arasında bile hoşnutsuz taraftarlar
bulmuşlardı.(13) İlkel sosyalizm geleneklerini büsbütün yitirmemiş bulunan
hanedan üyeleri halktan yana, saray entrikalarına kapılanlar halk düşmanlığına
dönünce, arada ister istemez çekişme ve çarpışmalar başgösterdi. Çarpışmalardan
halkın kendisine pek bir rahmet yağmazdı. Kimi Bizans İmparatorları, kimi
onların karşı kutbu olan Bağdat halifeleri, entrika çevirip yararlanmaya
çalıştılar."(14)
Böylece, birbirinden çıkma üç kördüğüm
ilmeklendi :
1- İç kargaşalıklar, 2- Hanedan
kavgaları, 3- Dış karıştırma ve karıştırmalar. Bu şartlar ortasında Bağdat'a
kaçış olayı kendiliğınden anlaşılır. Abdülâziz'in dedesi Bağdat'a kaçarken,
Selçuk Sarayında ve ülkesinde besbelli kargaşalıktan geçilmiyordu: Ancak bu
kaçış hangi zamanda olmuş olabilir ? İlkin, Abdülâziz'in dedesi Cengiz zamanı
Bağdat'a kaçmış olması gerektir. Menâkıb'ın verdiği başka konkret olaylar o
tarihle bağdaşamaz: Alim etti Mu'tesim - billâh ani
"Şeyhülislâm eylemişti ey
ganî" (Me, 7) deniyor. Bağdata gidip, Şehülislâmlık derecesine dek bilgini
yetişmek için, önce kaçanın öğrenim çağında bir genç olması gerekir. Amcası
zoruyla tahtı elinden alınmış gencin durumu buna uygundur. Sonra, aynı gencin,
en az yirmi otuz yıl bilim alanında seçkinleşmesi gerekir, ki Şeyhülislâmlığa
çıkabilsin. Şeyhülislâmın Bağdat Fethi'nde trajediye uğradığı, Bağdat'ın
Moğollarca ele geçirilmesi ise 1258 yılına düştüğü düşünülsün. O tarihten 23
yıl öncesi 1215 yılı gerçekten Rum Selçukları sarayında bir başka trajedi
oynanır.Bizans adamı Gıyasüddin Keyhusrev, savaş sırasında öldürülünce, tahta
geçen İzzeddin Keykâvus, hem amcasını, hem küçük kardeşini boğdurup
kumandanlarını yaktırır!
Abdülâzızin dedesi (Şeyh Bedreddin'in
dedesinin dedesi) her kim olursa olsun, Bizans yanlı olan o Sultan İzzeddin
şerrinden yakasını kurtarıp, amcası elinden İslâm halifeliğine sığınabilir. Her
zaman ve her yerde "Ruhani" rol görünmez eliyle kaçanı kendine
bağlar. Batı Ortaçağında barbar kralları dama taşı gibi kullanan Papalıktır;
Doğu Ortaçağında, komşu devlet saraylarına parmağını sokan İslâm papalığı
Abbasî Halifeliği, kendisine sığınan genci, bir gün yeri gelince kullanmak
üzere yetiştirip, zekâsına göre en yüce bilginliğe çıkarmış olabilir.Menâkıbin
sözleri birbirini tutar.
III- Şeyhin Dedesinin Dedesi Nasıl
Öldürüldü?
Menâkıb, Abdülazizin dedesi için
"Cengiz Han İLİNDE şehit oldu" diyor; Cengiz zamanında demiyor.
Sözünün anlamını aşağıda biraz daha açıyor. Öldürülme sebebi, tam Şeyh
Bedrettin'in şânına uygun bır ülkü ve düşünce yiğitliğidir :
"Nâsır î Tûsiye oldem arbede
"Eyliyen ol idi muhkem, ey dede
"İbn'î Hâcib'le ikisi, ey hümâm
"Idicek ilzâm ani beynel enâm
"Kaakıyıp ibn'î Hülâgûy'i lâiyn
"Itti anları Şehid anda
hemiyn." (Me, 7)
Burada anılan adlar, elyazmalarında
çok görüldüğü gibi, Arapça harflerin kötü imlâ yanlışına kurban gitmiş
görünüyorlar.Bedreddin’in babası "İsrail" iken, Câmiülfusûleyn ile
Brockelmann’da "İsmail" olmuştu... Yanlışları ayıklamalıyız. Bir yol,
anılan Abbas Halifesi Mu'tasanı olamaz : Müsta’sim olacak.Bağdat Moğollar eline
geçtiği gün, Abbasi halifesi Mürtâ’sim- billâh idi. Ondan sonra, Abdülaziz'in
dedesiyle "Arbede" (kapışma) yapan kişi de Nâsır Tûsi olamaz.
Besbelli ünlü bilgin Nâsivrüddin'i Tûsi ile acem folklorcu ozanı Nâsır Tûsi
birbirine karıştırılıyor. Hattâ, İbn'î Hacib'in birlikte öldürülmüş olduğu bile
epey şüphelidir. (15).
Abdülazizin dedesiyle Nasivrüddin
neden kapıştılar ?
Hülâgû
oğlu niçin kızdı ?
Bağdad'ın Moğollarca ele geçirilmesi
trajedisinde bütün tarihsel devrim trajedilerinde barbarların çağırılışına
benzer büyük tarihsel ihanetlerden biri yatar. Halife Müsta'sım : Şiilere
eğginlik gösteriyordu. Bir Şiî olan Müeyvedüd-din İbn'î Alkami'yi kendisine
vezir yapmıştı. Bu vezir ile, gene Müstâ'sımın yakınlarından ve çağın bilgini
sayılan Nasivrüddin Tûsi gizlice birleştiler. Cengiz oğullarından Hülâgû Hânı,
gelerek Bağdat'ı alması için çağırdılar. Herşeyden habersiz Halife, Bağdat
dışında Moğollara yenilince, dönüp kaleye kapandı.Kuşkulanmadığı veziri İbn'î
Alkami ile Nasivrüddin Tûsi, Halifelere, görünüşte haklı bir teklif yaptılar.
Kaleden dışarıya çıkıp Hülâgû karşılanır ise, vaktiyle Selçuk, oğlu Tuğrul Bey
için Doğu'da, Atillâ'ya karşı Papaca Batı'da yapıldığı gibi, kan dökülmeden
gelenler elde edilmiş olacaktı.
Halife, kurulan tuzağa düştü :
"Devlet adamlarını ve kent ileri gelenlerini yanına alıp, mağrur Hânı karşılamaya
çıkan Halife, bütün maiyyetiyle Tatarlar tarafından öldürüldü.".
(16).Menâkıb'ın anlattığı olay budur. Besbelli, Şeyh Bedrettin'in dedesinin
dedesi de iki yüzlülüğe dayanamamıştı. Belki İbn'î Hâcib'le birlikte dönek Şü
Nasivrüddin Tûsi'yi Hanefilik veya Mâlikilik adına "ilzam" (hapt)
etmişler. Buna içerleyen Hülâgû oğlu da, safi düşmanlarını kılıçtan
geçirtmişti.
"Meyyitini ehl'i sünnet aldılar
"Ebu Hanife iline kaldırdılar
"İkisinden gayri hem, ey din eri
"Vardı bin mikdar âlim, key çeri
"Cümlesi maktû oluptur bigünah
"Oldular fenâ fülâtünde
tebah" (Me. 7)
Binlerce bilgin ve asker ölüsü
arasından, İbn'î Hâcib sağ kalmış olabilir.
IV- Fetret Ve Konya'ya Dönüş
Menâkıb bir şey daha söylüyor :
"Fetret oldu ol arada ki, azim
"Cümle Rum'a nâzil oldular
zebim" (Me. 7)
"Fetret" : Antika tarihte
patlak veren her tarihsel devrimden sonraki devletsiz anarşi zamanlarına denir.
Bu hangi fetretti ?
Uzak Doğunun Çin ve Hint medeniyetleriyle
Yakın Doğunun Irak, Mısır ve Akdeniz medeniyetleri arasında en istikrarlı geçit
İran yaylâsıdır. Çin ve Hintten kalkacak kervan, Akdeniz kıyılarına inmek için,
İran yaylâsından aşıp gelirdi. Bu tarihsel karayolunun en işlek kuzey
kestirmeleri üstünde Horasan ve Hvarzim ülkeleri gelişmişti. İslâmlıktan az
önce, bitmez tükenmez Bizans - Acem savaşlarıyla tıkanmıştı. O zaman, Umman
denizi üzerinden güney yolunu deneyen İslâmlık sahneyi tuttu. Tarihsel orta
karayolunu açar açmaz, iç zıtlıklarla parçalandı. Bir sürü
"Tavâlfülmülûk" bin başlı müslüman derebeylikleri orta yolu gene
tıkadı. Bu sefer, Ortaasya yollarının eski bekçileri ve kervancıları işe
elkoymak zorunda kaldılar. Cengiz ve oğulları, Takakifül-mülûk devletçikleriyle
yaptıkları ticaret andlaşmalarının para etmediğini görünce kılıca sarıldılar.
Daha doğrusu gerek Çin, gerekse İslâm medeniyetlerince elaltından saldırmâya
kışkırtıldılar. Cengiz, Hvarzime karşı Bağdât Halifeliği ile Rum Selçukluları
tarafından çağırılır. Hülâgû, bizzat Bağdat Halifesinin vezirleri tarafından
çağırıldı.
Orta Barbarlığın tâze vurucu gücü,
büyük Orta kervan yolunu kanla, demirle açtı. Zengin ticaret ve İslâmlık
merkezleri : Buhara, Semerkand, Belli, Merv, Hcerat kentleri yakılıp yıkıldı.
Çevrelerde ilişen yığınla kabile ve aşiretler, Batıya doğru ürkütüldüler.
Cengiz zamanı 17 yıl süren Fetret çağında göçmen kuşlar gibi bilgin katarları
akıntıyla Batıya sürüklendiler. Mevlânâ Celâleddin Rumî'nin babası Buharalı
Emir Sultan, Şemseddin Tebrizi, Sadreddin Konevî, Burkhaneddin Mehmet Tebrizi,
Ermiyeli Hüssameddin, Şehabeddin Süherversi, İdrisi, Cenâbî ve ilk, ve ilh...
bunlardandı. (17). Anlaşılan, Abdülazizin babası da, bilgin katliâmı yapan
Hülâgû oğullarından, aynı mekanizma ile yakayı kurtarınca yeniden Batıya kaçıp
Konya'ya sığınmıştır. Ve Abdülâziz :
"Geldi Konya'da vücuda kendüzi
"Salı Alâeddin nesliydi özi"
(Me. 7)
Bir nokta kalıyor : Âbdülâzizin dedesi
Konya'dan kaçmışken, şimdi babası Konyaya dönebilir miydi ? Aradan yüz yıl
geçmiş, kendisinden kaçılan İzzeddin Keykâvus çoktan ölmüştü. İzzeddin’in
torunu II. Gıyasüddin'le birlikte Rum Selçuklar Moğol oyuncağı olmuşlardı. II.
İzzeddin Mısır’la andlaştığı için azledildi. Kırım’da öldü. Üç oğlundan Mesud’u
Abaka kovar, Mahmut Gaazân, Doğuya hükümdar yapar. II. İzzeddin'in üçüncü oğlu
Feramürz'ün de üç oğlu vardır. Konya hükümdan II. Alâeddin, Şeyhin dedesi
Abdülâziz ve Abdülmümin.
Bu kısa geçmiş Şeyhin alınyazısı
olmuştur : 1-FETRET : Şeyhin soyunu yeriden oynatıyor. Dört kuşak yukarıdaki
dede Cengiz akını sonuçlarıyla öldürülüyor. Aynı Uzak ve Yakın Doğular arası
kervan yolunu, aynı ticaret amacıyla aynı Tatarlar 13. yüzyıl başında
Cengiz,14. yüzyıl sonunda Timur adı altında açıyorlar. Bu "Aziym
Fetret" in ikincisinde Şeyh Timur "Afet"ini gözüyle görmek için
Tebrize dek koşacaktır. 2- Devrimcilik : Şeyhin atalarını ve halkçı geleneği
Selçuklularda kazıyan İzzeddin Keykâvus'un Sivas’taki mezarına şöyle
yazılmıştır. "Saltanat tahtından mezar evine indi. Hazineleri, gücü
kalmadı. Gezisini yaşayışiyle birlikte bitirdi. İşte her şey böyle zevâl
bulur." (18). Demek Şeyhin soyu böyle kişilere karşı, halka yakındı. Onun
için, o sarayları titreten yaman İslâmiyye devrimciliği, Şeyhin ruhunda parlayacaktır.
3- Ülkücülük; Şeyhin ataları inançları yolunda ölmeyi bilmiş, büyük fikir
şehidi olmanın yüceliğine ermişlerdir. Abdülâziz'in dedesi : Medeniyetin
biricik ölmez değeri bilim uğruna ilk büyük bayrağı çekmiştir. Şeyh o bayrağı
dedelerinin elinden alıp, dünya saltanatı peşinde insanları ezenlere karşı
çıkacaktır.
B - Osmanlılık Ve Şeyhgil
Şeyhin ataları, Rum Selçukluları
sarayından uzaklaşınca, Bağdat'ta bir çeşit bilim hânedanı kurmuş oldular.
Ancak, zamanın yaman kargaşalıkları ortasında kılıç ve baş kesin rolü
oynuyordu. Her sahici müslüman, bilimi kılıç gibi kullanmak zorundaydı: Göçebe
geleneğinin medeniyet ülkücülüğü kişileri ister istemez hem EVLİYA (Hâvâri, hem
MÜCAHİD (kutsal asker) demek olan GAAZİ (Şövalye) yapıyordu. Şeyhgil de soyca
yarı bilgin, yarı mücahit kesildiler.
I - Osmanlı Kuruluşu Ve Şeyhgilin
Gaazileri
Adil oğlu Oruç'un yazdığı
"Tevârih'i Al'i Osman’a göre,Osman henüz adsız binlerce gaaziden biri
iken, yeğeni Aktimur ile Selçuk Sultanı Alâeddinden (şeyhin dedesinin
kardeşinden) silâh yardımı alarak Karahisarı ele geçirdi. Bunun üzerine
Alâeddin, veziri Abdülazizle (şeyhin dedesi ile) Osman Gaazi'ye : "Mısır
hükûmdarlarından gelmiş Hz. Peygamberin ak sancağı ile tuğ ve alem ve değerli
başka hediyeler gönderdi.
Osman Gaazi:
Gönder üzerindeki hilâli çıkartıp,
büyük bir saygı ile otağı üzerine koydurdu." Bay Kaygusuz :
"Abdülaziz'in ve kimi hısımlarının
sonradan Osmanlılara geçmesi, mutlaka bu ilk tanışmanın tesiriyledir"
(Keza, 31) diyor. Demek Osman Gaazi'nin tarihe ilk girişi, Şeyhgilin eliyle
olmuştur. Öyleyken, Şeyhgilin en ufak mevki hırsı gözetmediler. Din düşmanı
saydıkları hristiyanlığa karşı savaşmak onlara yetiyordu. Saltanatın ne
olduğunu öğrenmişlerdi. Batıya karşı Osman oğullarına kavga yoldaşı olmaktan
başka amaç akıllarına gelmedi.
Osmanlılığın kuruluşu gibi, en cesur
fetihlerinde de Şeyhgilin payı hiç bir tarihte yazılmadık kertede büyük oldu.
Osmanlı akıncısı olarak Çanakkale önüne geldikleri vakit, Şeyhin dedesi
Abdülâziz yüz yaşını aşkın bir pirdi. Çoğu gaaziler gibi hem derviş, hem kılıç
eriydi. Önce Mevlâna Celâleddin Rumi'nin has haremine emin oldu.
"Pire hizmete itmiş idi ol emir
"Şâhlar halinden olmuştu habir
"Hazret'i Mevlâna'ya ermişti ol
"Eşiğine nice yıl olmuştu
kul." (Me, 6)
Mevlânâ ölünce, Hüsameddin Rumî
Çelebi'nin "Şamda'nına mum" olmakla yetindi. Saltanatı dervişlikle
seve seve değişmiş, fukaralıkla kendisini hiçe saymaktan daha yücelik
bulamamıştı: "İhtiyar etmiş idi fakr'ü fenâ-âna vird olmuş idi hamd'ü
senâ" (Me, 6). Gaazinin anladığı "Fenâ : Yokolma" tekkede fodla
öğütülüp, yasla da ölmek değildi. Olumlu işler görüp, yaratırken yitmekti.
Hangi gün "Gazâ kapısı açılsa" Abdülâziz "Fiy sebil'il
-lâh" (Tanrı yolunda) elde kılıç o kapıdan er meydanına ilk çıkan olurdu.
Savaşta uğuru denenmişti.Beyoğulları (şehzadeler) Abdülâziz'siz kavgaya
girmezlerdi.Yiğitliği yazılmakla tükenmezdi : "Önüne düşerler idi Gaaziler
- Konsa dolardı oyalar, yazılar - Her gazâda bile olsa idi ol-Cümleye nusratla
hak açardı yol" yüzyılı aşan tecrübesiyle hep ileriyi görürdü. Her
dediğinin çıktığı denenmişti: "Bir sözü söylerdi ol günde ayân - Ertesi
vaaki olurdu ol heman" (Me,6)
Altay, oymak öğütlerinden beri,
Osmanlı yiğitlik geleneğinde: Üçler, Yediler, Kırklar vardır. Abdülâziz tayfası
YEDİLERdendi: "Yedi kimse idi bunlar, ey civan –Heft encümveş yere taban
olan.". (Me, 7) Yeryüzüne ışık saçan bu yedi yıldızın başı Abdülazizden
sonra, iki kardeşi gelir; biri Abdulmumin. Yürekli çeridir; Abdülâzizin bilgin
oğlu (Şeyhin babası) İsrail (19)dir. Genç İsrail hem Şeriat hem Cenk yiğitiydi
: "Buyruğunu tutardı Allahın tamam - Hükm'ü Şer'a olmuş idi kalbi râm
Dirler içli ana İsrail'i vakt - Cenge oldugu içün Azrail'i vakt" (Me, 8).
Şeyhgilden tarih denizinin yüzeyine
çıkan beşinci baş :Abdülâziz'in kızkardeşi oğlu Tülbentli İlyas'tır. O sıra,
her çeri "börk" denilen keçekülâhı giyerken o ak sarığı ile
tanınırdı:"Kimse tülbent giymez idi ol zaman - Doğru börkler giyer idi her
civan - Ak amâme sarıyor ol gördüler Lâkabın Dülbendli İlyas verdiler."
En sonra gelmekle birlikte, adlarını
güçleriyle Osmanlı tarihine sokmuş olan Şeyhgilin iki Türk şövalyesi: Hacı
İlbeyi ile Gaazi Ece'dir. Bunlar Abdülâziz'in kızkardeşi kızının
oğullarıdırlar. Babaları, hiç de Selçuk hanedanından gelmiyordu Menâkıb'da
yalan yok : "Lik, nesli Âl'i Selçûki değil Gürgen tohumu dürerlerdi; öyle
bil" (Me, 8). Bu gürgen tohumu çocukların atları vardı (20). Kılıçları
hakkına "Nâmdâr ve küfre lâyık kimselerdi." Tarihte değme Osman
oğullarıyla atbaşı birlik ün bırakacaklardı.
II- Rumeliye Geçiş
Osmanlının Rumeliye geçişi, doğrudan
doğruya Şeyhgil "Yediler" inin eseridir. Bir gün "Beşe Süleyman
ile bu yedi acar" deniz kıyısında buluştular. Nasıl etsek te :
"Rumeli İslâm ile bayındır olsa diye düşündüler. O gece "Şeyh
Süleyman" bir rüyâ gördü: Bütün erler toplaşmışken, görünmez eller :
"Diktiler önüne bir kâfur mum
"Şûlesinde görünür aksây'i Rum
"Noş minâreler yapılmış ol zaman
"Okunur savt'ı bülend ile
ezan." (Me, 9).
Görüyoruz, Rumelinin fethi
Osmanoğullarının rüyalarına Şeyhgil Yedilerinin baskısıyla girmiştir. O
altbilinç karanlığında enerji kazanan ülküyü, bomba gibi Osmanlı bilincine
çıkaranlar da gene Yedilerin başı olur. "Beğe"liği, sonradan
"Paşa"lığa çevrilen Orhan Gaazi oğlu Süleyman "Kâfur mumu
ışığıyla tüm Rum ilinde "Hoş minarelerden avaz avaz ezanlar okunur
görüşünü yoldaşı Gaaziye anlatır anlatmaz o : "Dedi bir fethe işarettir,
tamam! - Himmet idinüz geçelüm cümlemiz – Din uğruna yeğdür anda ölmemüz Yediler'in
dinamizmi zincirinden boşandı. Abdülâziz'in yorumu üzerine : Beşe Süleyman,
Gaazi Ece, Gaazi İsrail, Gaazi Abdülmümin, Hacı İlbeği ve arkadaşları, gemi ile
karşıya geçtiler. Beşe Süleyman : "Az zamanda çok etti fütûh - Sonra attan
düşüp teslim etti ruh." (Me, 9) Süleyman'ı "Bolayırda kodular".
Türbesini yapıp, ertesi gün sağ kalanlarla gazâya çıktılar. Her davranış
öylesine basitti. İş yapıldığı için, kişi tapıncı ile adam aldatmaya kimse
kalkmıyordu.
Osmanlının Rumeliye geçişinde
Şeyhgil'in oynadığı önemli rolü, resmî tarih de gizleyemez. Cihannümâ (21) daha
çok ayrıntılar verir: Süleyman Beşe ilkin Ece Bey ve Gaazi Fazıl'la sözleşir.Bu
adamlar Virancahisar denilen yerde Güğercinliğin aşağısından Çinihisar
yanlarına geçerler. Orada canlı bir esir yakalarlar. Öldürmek şöyle dursun,
esire "Hil'at" giydirirler. Gönlünü alarak, Hisar'a girilecek yeri
öğrenirler. Onun üzerine, 80 kişi toplanıp, sallarla karşıya atlarlar. Hisar'ı
ele geçirirler. Burada adıgeçen Fâzıl bey Şeyhin amcası, Gaazi Ece halasının
torunudur.
(Kâtip Çelebi : Cihannümâ, Elyazması,
No. 170, s. 682. Köprülü Meh. Pş. Kütüphane.)
ŞEYH BEDREDDİN
Simavnalı Şeyh Bedrettin, 1420
tarihinde doğmuştur. Gerek Türkiye Devrim tarihinin, gerekse bütün insanlığın
Sosyal Devrim tarihinin en ilgi çekici, en büyük kahramanlarından biridir.
Bu büyük devrimcinin hayatı ve
yaşadığı devrin olaylarına kısaca bir göz atacak olursak şunları görürüz.
Şeyh Bedrettin'in zamanına kadar
medeniyetler dıştan gelen barbar akınlarıyla -tarihsel devrimle- yıkılırlardı.
Aksak Timur'un Yıldırım Beyazıt üzerine yaptığı akın tarihsel devrimlerin en
sonuncusuydu. Şuursuz medeniyet yıkılışları karşısında ilk sosyal devrimi
yapmaya çalışan, Modern çağın müjdecisi Bedrettin, düşünce ile davranışlarını
birleştiren büyük bir kişidir. Düşüncelerini "Varidat" ve
"Teshil" isimli kitaplarında söylemiştir.
Şeyh Bedrettin gençliğinde uzun
seneler Mısır'da; fıkıh, kelâm... gibi zamanının ilimlerini tahsil etmiştir. O
devirde halkın durumu yürekler acısıydı. Osmanlı Devleti, Padişah tarafından
yönetilir; padişahın soyca yakınları olanlar; sultan, han, hünkâr ve hünkâr
beyleri vb. adlarla ülkenin verimli topraklarını aralarında paylaşıp, topraksız
köylüleri köle gibi çalıştırırlardı. Bu köylüler savaşlarda da asker olurlardı.
Buna karşılık Şeyh Bedrettin ve
müritleri; halkın arasına karışıyor, toprakların onu işleyen, ona alın terini
karıştıranların olduğunu, insanların kardeşliğıni öğütlüyorlardı. Şeyh
Bedrettin bir ortaçağ köylü sosyalizmini ortaya koymuştu. Bu konudaki
görüşleriyle, kendinden iki asır sonra gelecek olan ütopik (hayalî) sosyalizmin
kurucusu Thomes Moore'dan daha ileri görüşlü ve gerçekçiydi.
Yıldırım Beyazıt oğulları arasındaki
taht kavgaları sonunda; Sultan Mehmet diğer kardeşlerini yenerek tahta
çıkmıştı. İleri görüşlü birkimse olan kardeşi Musa Çelebi ise Şeyh
Bedrettin'den yanaydı. Sultan Mehmet; Musa Çelebiyi de yenerek Şeyh Bedrettin’i
İznik kasabasına sürgün gönderdi.
Şeyh burada boş durmayıp; en sadık
adamlarından Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal'i halkı teşkilâtlandırmaları için
Aydın ve Manisa dolaylarına yolladı... Aydın’a, oradan Karaburun dolaylarına
giden Börklüce Mustafa, köylülerle ilişki kurdu ve görüşlerini kabul ettirdi.
Bölgedeki Hiristiyan halkla da dostluk kurdu. Ve bir kısım topraklardan ağa-bey
takımını atarak, toprağı hep beraber işlemeye, sosyal adaleti uygulamaya,
kardeşçe yaşamaya başladılar. Durumdan endişelenen Sultan Mehmet, Saruhan
(şimdiki Manisa) valisini üzerlerine gönderdi.Teşkilâtlanmış köylüler Valinin
kuvvetlerini Karaburun’un dar geçitlerinde tepelediler.
Bu sırada Şeyh Bedrettin İznik’ten
kaçarak Bulgaristan’ın Deliorman bölgesine gitmişti. Börklüce Mustafa'nın çok
güçlü olduğunu öğrenen Sultan Mehmet bu sefer de Sultan Murad'ı büyük bir
kuvvetle üzerlerine gönderdi. Zaten bunu bekleyen Börklüce kuvvetleri
"düşman ordusuna on bin balta gibi daldı."
Kahramanca çarpıştılar. 8 bini öldü.
Diğerleri esir edildiler.Bu olayı, devrimci şairimiz Nâzım Hikmet; "Şeyh
Bedrettin Destanı" kitabında şöyle destanlaştırır:
"Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber
hep beraber sürebilmek toprağı
ballı incirleri yiyebilmek hep beraber
yarin yanağından gayri her şeyde
her yerde
hep beraber
diyebilmek için
on binler verdi sekiz binini..."
Yenilen bu devrimcileri, Ayasluğ
şehrine götürüp boyunlarını vurdurdular. Börklüce Mustafa'yı da kollarından bir
deveye bağlayarak çarmıha gerdiler. Bir çok şehirlerde gezdirerek teşhir
ettiler. Manisa dolaylarındaki Torlak Kemal’de aynı akıbete uğratıldı.
Bu sırada Deliormanda Bedrettin’in
etrafında bir çok halk toplanmıştı. Teşkilâtlanmak üzereydiler. Bunun duyan
Sultan Mehmet adamlarından bazılarını Bedrettin'in yanına göndererek, onun
müritliğine geçmelerini söyledi. Aslında bunlar birer ajandı. Ve fırsatını
kollayarak Bedrettin'i çadırında bastırıp bağladılar. Serez şehrindeki Sultan
Mehmet'in yanına götürdüler. Öldürülmesine fetva çıkartıp Serez çarşısında bir
ağaca astılar.
İşçi kardeş
Şeyh Bedrettin’in eyleminden çıkaracağımız
şudur:
Bizi sömüren emperyalist ve
kapitalistler, kendilerine karşı birleştiğimizi, teşkilâtlandığımızı görünce
çeşitli oyunlar oynamaya çalışırlar. Kendi adamlarını aramıza bizdenmiş gibi
göstererek sokarlar ve çalışmalarımızı sabote etmeğe uğraşırlar. Böyle kötü
maksatla aramıza girmiş kimseleri hareket içinde devamlı kontrolla meydana
çıkarmalıyız
______________________________________
(1) Molla Hafız Halil (Şeyhin torunu)
: "Menakıb'ı Şeyh Bedreddin İbn'i Kadi İsrail", yazılışı Fatih çağına
çıkan manzum elyazması.1935 yılına gelinceyedek hiç bir yerde adını
işitmediğimiz bu çok zengin eser başlıca kaynağımız olduğu için, oradan
aldığımız pasajları yalnız parantez içinde rakam yazarak işaretleyeceğiz :
Örneğin (Me, 7) : Menâkıbın yedinci sayfası demektir. Değerli düşünürümüz Bay
Bezmi Nusret Kaygusuz.
(2) M. Şerafettin (Darülfünun İlâhiyat
Fakültesi Tarih'i Kelâm Müderrisi) "Simavna Kadısı Oğlu Şeyh
Bedreddin", s. 4. 5. Evkaf Matbaası. 1341-1925. İstanbul. Yazar
"Menâkıb"ı bilmediği için, Şeyh üzerine pek seyrek olarak ileriye
sürdüğü kanılarında yanılır. Gene de Şeyhi ilk defa karanlıktan kurtardığı için
emeğine teşekkür borçluyuz. Eseri için (M.Ş.) rumuzunu kullanacağız.
(11) Osman Gaazi'nin büyük oğlu
Alâeddin, Orhan Gaazi'nin büyük oğlu Süleyman Paşalar, vezir idiler. Türkçede
Paşa sözcüğü, Padişahınoğlu anlamına gelir. (Hamma c. I, Abdürrahman Şeref:
"Tarih'i Osmâni", c. I, s.103)
(12) Selçuk Alâeddin'lerinden birisi
10 uncu Selçuk Şahı "Gıyasüddıin Keyhusrevin oğlu Alâeddin Keykubat 1:1220
ilâ 1237 (D. 617-536) dir; ötekisi : "Alâeddin Keykubad oğlu Gıyasüddin
Keyhusrev oğlu İzzeddin Keykâvus"un oğlu Alâeddin Keykubad II dir. Bu 1393
ilâ 1401 (D. 697-700) yıllarında saltanat süren 15 inci Selçuk hükümdarıdır.
Anlatılan olaylara yakın olanı, birinci Alâeddin'dir.
(13) 1193 ilâ 1202 (D. 589-599)
yılları Selçuk Şahlığı yapan "Rükneddin, gizlice, dinsiz İsmailiye
Partisi’nin taraftarı idi. Bir gün bir filozof (Hakim), ile bir derviş,
hükümdarın sarayında ve huzurunda çekişiyorlardı. Derviş Hakimin kıyaslarına
yenilince ona bir tokat atma kertesinedek içerledi. "Rükneddin ise bu
çekişmeye hiç karışmadı. Derviş geri dönünce, Hakim, kendi huzurunda böyle kötü
işlemlere uğradığından dolayı Rükneddine gocundu." Hükümdar, ona şu
karşılığı verdi; "Eğer ben filozofların doktrinini açıktan açığa savunacak
olursam, halk hepimizi yokeder." Aynı Hükümdar bir yaşlı kadının yoğurdunu
çaldığı için, Nedimi güzel Ayaz'ın karnını deştirmiştir." (Hammer :
Osmanlı Devleti Tarihi" Tercüme'den Mehmet Atâ c. I. s. 71. Bedrosyan
matbaası, İstanbul,1329).
(14) Örnek;1202 de Şah Rükneddin öldü.
Yerine geçen oğlu İzzeddin Kılıçaslan Hammerce 5 ay Saltanât süremedi.
Konstantiniyye (Bizans)tan gelme Gıyasüddin Keyhusrev tarafından yenildi (1203
G. 600) O da 7 yıl sonra Savaşta öldürüldü (1211 G. 607) ve ilh.
(15) Abbasî halifelerinden Mu'tasam
adını alan 2 kişi vardır. Biri Zekeriyâ bin İbrahim; Cengiz 'den 200 yıl sonra
Mısır'da görülmüştür. Ötekisi, Bağdat'ta hüküm süren : Mu'tesim-billâh: Rum
Selçuklularından 2 ve Cengiz olayından 4 yüz yıl önce yaşamıştır. Nâsır' ı Tûsi
: Kadim Fars folklorunu 30 yıl uğraşıp 60 binden aşırı beyitle derleyerek
"Şehname" anıt eserini yazan, büyük acem Homerosu sayılacak
Firdevsi'dir. Firdevsi'nin Bağdat'la ilişiği yoktur. Kendisi de Hûlagû'dan 2 yüzyıl
önce yaşamıştır. İbn'î Hacib'e gelince :Babası, Emir İzzeddin Salâhi'nin
"Hâcip"liğini (kapıcılığını) yapan bir kürttü. Kendisi, mâliki
fakiyhlerindendi. Mısır'ın Kons eyâleti, Esnâ kasabasında 1175 (d. 570) yılı
doğmuş,1248 (D. 646) yılı İskenderiye'de ölmüştür. Menâkıb İbn'î Hacib'in
Hülâgû oğlu elinde öldürüldüğünü yazıyor. Belki o sıra Bağdattaydı. Öldü
sanılıp kaçmıştır.
(16) İbrahim Hakkı : "Tarih'i
Umumi", c.11, s. 8 - 9 - Karabet matbaası, İstanbul 1305.
(17) Hammer : c. I. s. 76, l.14, c.lll,
s. 83
(18) Hammer : Keza
(19) Şeyhin babasının İsrail adı,
Selçuklularla ilişiğini gösterir. Osmanlı Türklerinde İsrail yoktur. Adlarını
torunlarına vermek eski barbar geleneğidir. İlk Selçuk'un kardeşi İsrail idi.
Hammer cl. s. 65, 70)
(20) Menâkıb yazarı, Şeyhi Selçuk
hânedanına bağlamakla öğünmeye düşseydi. Yediler arasına gürgen tohumu
derlemekle geçinenleri katmazdı, hiç değilse o noktada susardı. Menâkıb'ı
olağanüstü gerçek belgeliği kuşku götürmez. "Bu menâkıb içre ne kim
söyledim - Şeyhten işitileri nakleyledim - Niceler Şeyhe menâkıb yazdılar-
Yazdılar amma, havada gezdiler, derken Halil kuru "İddia" yapmaz.
Sosyalist Gazetesi Sayı: 1-2-3-4-5-6-7
20 Ocak
1966 - 22 Aralık 1970
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder